Pek de uzun bir süre önce değildi, Fransa halen hayatta olanların hatırlayacağı kadarıyla tahmin edilmesi en kolay cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidiyor görünüyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy derin bir şekilde halkın gözünden düşmüştü. Fransa ekonomisi krizdeydi. İşsizliğin patlama yapmasıyla, Sarkozy’nin 2007’deki seçim kampanyasında, onun idaresinde Fransızların “daha fazla çalışıp daha fazla kazanabilecekleri” taahhüdü buharlaşıp uçmuştu. Aynı şekilde tahripkâr olan şey de çoğu kişinin onun kabalık olarak değerlendirdikleri davranışlarını hiç affetmemeleriydi: Bunların zihinlerinde, romantik heveslerini Disneyland’da halkın içinde flört ederek sergileyen ya da protestoculara karşı galiz hakaretlerde bulunan biri, ülkede en yüksek makam için münasip değildi.
Sarkozy’nin yeniden seçilmek için yaptığı kampanya da garip şekilde gönülsüz göründü. Birincisi, o dermansız bir şekilde kendisini, avro krizi keşmekeşi sırasında Fransa’yı uzmanca yönlendiren tecrübeli bir devlet adamı olarak gösterdi. Bu, ona olan halk desteğini arttırmayınca Sarkozy, göç olaylarını büyük ölçüde azaltma taahhüdünde bulunma, helal et konusunda polemik yapma ve genel olarak en iyi yaptığı şeyi, azınlıklara karşı öfkeyi destekleme suretiyle keskin bir dönüş yaptı. Onun bu yüzsüzlüğü, hak edildiği üzere bazı aleyhte manşetlere yol açtı. Ama bu kötülüğe teşvikine rağmen Sarkozy, en büyük rakibi François Hollande’ı başabaş takip etmeyi sürdürdü.
Hollande, kendi adına, Fransa’nın yakın bir tarihte görev süresinin büyük bölümünde halk desteği en az olan bir cumhurbaşkanına karşı yarıştığını çok iyi biliyordu. Kampanya stratejilerinden en az hırslı olanına karar vermesi yeterince mantıklıydı: O kadar sıradan olmaya çalışıyordu ki kendisini sevmemesi için kimsenin bir gerekçesi olmasın. Hollande’da karizma eksikliği olduğu bir gerçektir, bu yüzden üzerine düşen rolü oynamakta fazla sıkıntı çekmedi. Kimse, hatta destekçileri de onun kaçınılmaz görünen zaferine dair bir gayret göstermedi. Öyle ki, çoğu Fransız (ve bazı siyaset bilimcileri) Hollande’ın cumhurbaşkanlığına 6 Mayıs’ta çıkacağını farzediyordu.
Sonra, 11 mart'ta güneydeki Toulouse şehrinde motosikletli bir adam, Fransız askeri İmad İbn-Ziaten'i öldürdü. Polis, bunun münferit bir cinayet olduğuna inandı. Medya da pek ilgi göstermedi. Ama 15 Mart'ta Toulouse'un 30 mil kuzeyindeki Montauban'da aynı adam yine vurdu, iki askeri öldürdü, üçüncüsünü de ağır şekilde yaraladı; Ziaten gibi bunların her üçü de yabancı kökenli Fransız vatandaşıydı. Sonunda, katil Toulouse'ta bir Yahudi okuluna yaklaştı ve Haham Jonathan Sandler (30), oğulları Arieh (6) ve Gabriel (3) ile Miriam Monsonego'yu (8) acımasız bir şekilde katletti. Fransa şoka girdi. Çoğu kişinin de kafası karıştı. Toulouse ve Montauban'daki olaylar bağlantılı mıydı? Fail, sağcı bir ekstremist mi, İslamcı bir terörist mi yoksa basit bir deli miydi?
Nadir görülen bu birlik zamanında tüm millet katliamın kurbanlarıyla dayanışma sergiledi. Sarkozy de Hollande da Toulouse'a gitti. Her ikisi de suçun, azınlık gruplarına yapılan bir saldırıdan çok daha fazlası olduğunu vurguladı; Bu Fransa'ya yapılmış bir saldırıydı. Sarkozy, bölücü kampanyasından 180 derece dönüş yapmış şekilde, "Terörizm milli birliğimizi parçalayamayacak" diye söz verdi.
Ama bu birlik kısa sürdü. Bazı mükemmel polisiye çalışmalar sayesinde Fransız yetkililer katilin kimliğini hemen belirlediler. Toulouse’ta Cezayirli anne-babadan doğan Fransa vatandaşı Muhammed Merah, El Kaide’ye sempati duyan ve Pakistan’la Afganistan arasındaki sınır yakınlarındaki terör kamplarında biraz temel eğitim almış, önemsiz bir suçluydu. Merah’ın evi, onun sonunda vurularak öldürülmesiyle sonuçlanan kuşatılması sırasında bile Sarkozy ve Hollande, birbirlerini kendi gayeleri için trajediyi istismar etmekle suçlamaya başladılar. Bu arada, Sarkozy’nin, tabanı için çaresizce kur yaptığı aşırı sağcı aday Marine Le Pen, hükümeti, İslamcı köktenciler tarafından ortaya konan tehdidin boyutunu tehlikeli derecede küçük görmekle suçladı.
Tüm bunlar Sarkozy’yi bir ikilemin içine sokuyor. Bu hafta meydana gelen saldırılar sonrasında o, acısını ifade etmedeki dokunaklı ve kökenleri ve dinleri ne olursa olsun tüm vatandaşların eşit olduğundaki ısrarıyla uzlaşmacı haliyle ciddi bir devlet adamı rolüne büründü. Ortalığı karıştıran bir bölücü olarak uzun geçmişi göz önüne alındığında bu, şaşırtıcı derecede iyi oynadığı bir rol oldu. Ama trajediye bu tepkisinin yeniden seçilme şansını arttıracağı şüphelidir. Son haftalarda yayımlanan çoğu kamuoyu araştırması, onun Hollande’ın 10 puan gerisinde olduğunu gösteriyordu. Şimdi, Yahudi okulundaki katliam sonrasında yapılan ilk kamuoyu araştırması Hollande’ın önde gidişinin azalarak yüzde sekize indiğini gösteriyor. Fransa’da ABD’de olduğundan çok daha az yüzer gezer oy olduğu için bu fark halen rahat bir önde gidiştir. Sarkozy bu son ve daha itibarlı halini muhafaza ederse çoğu gözlemcinin beklediğinden daha fazla oy ve onur kaybedebilir - ama neticede mağlubiyetin hepsi aynıdır.
Bunun alternatifi de aşikâr ve bir o kadar da nahoştur: Bu, trajediden oy çıkarmaya çalışmak. Avrupa'nın diğer kısımlarında olduğu gibi Fransa'da da Müslüman göçmenlerdeki hoşnutsuzluk gerçekten tehlikeli seviyelere ulaşmıştır. Ama Fransa topraklarında geniş çaplı terörist saldırıların yokluğunda İslami terör tehdidinin uzak olduğu hissediliyor. Bununla beraber, Fransızların çoğu, helal et ve başörtüsünün şimdi peynir ve mini etek kadar Fransa'nın bir parçası olmasına içerleyebilirler. Bunlar El Kaide'nin gerçekten onları ele geçireceğini hiç düşünmediler. Şimdi, Fransa'nın daha huzurlu kısımlarından birinde, yurt içinde büyümüş bir terörist, çocuklar ve askerleri vahşi bir şekilde katletti. Sarkozy, Fransızları korkutarak kendisine oy vermeleri için bu olayları istisnar etmesi gerektiğine karar verirse, onun geçmiş kayıtları konu hakkında nasıl davranacağını bildiğini gösterir.
Her şey, Hollande'ı yenmek için Sarkozy'nin gerçek bir oyun değiştiricisine ihtiyacının olduğuna işaret ediyordu. Şimdi onun aradığı oyun değiştirici, milli bir trajedi şeklinde geldi. Bundan azami faydayı temin edecek kadar vicdansız olacak mı?
İlk işaretler cesaret verici değil. Oslo ve Utøya adasındaki çifte katliam sonrasında Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg, hatırlanacağı üzere önleyici güvenlik tedbirleri almayı reddetti. O, o zaman, şiddete verilecek en iyi cevabın “daha fazla demokrasi ve daha fazla açıklık” olduğunu söyledi. Bunun sonucu olarak, korkunç terörist saldırı asla siyasi bir mesele olmadı. Ama Fransa’da Sarkozy’nin kampanya ekibinin önemli bir mensubu Valérie Rosso-Debord, hemen solu, “terörizm ve yasa dışı göçle savaş” konusunda daha sert kanunlara karşı oy vermekle suçladı. O, Fransa’yı koruma konusunda konuşmak için Hollande’ın ehil olmadığını iddia etti. Sarkozy de kendi adına, ifade hürriyetinin kuşku verici şekilde sınırlandırılması için çağrılara başladı bile. O, “terörizmi yüceltmeye” cüret eden herkesin yargılanmasına dair planlar açıkladı. Daha da radikali şuydu: “Düzenli olarak terörizmi yücelten ya da şiddeti teşvik eden internet sitelerine başvuran herkes cezalandırılma ile karşı karşıya kalacaktır.” Fransa’daki Müslüman grupların, seçim kampanyasının yakında “İslamofobi histerisine” düşeceğinden korkmalarında hayret edilecek bir şey yoktur.
Ağır bir başlangıç sonrasında cumhurbaşkanlığı seçimi, tamamen yanlış sebeplerden dolayı, aniden heyecanlı hale geldi. Diğer tüm rakiplerinden daha kötücül olduğu için baş makama seçilen Nicolas Sarkozy, beklenmedik bir şekilde kendisini affettirecek mi? Yoksa o, Élysée Sarayı’nda beş sene daha göreve seçilmek için o kadar çaresiz ki, daha da alt seviyelere mi batacak? İyiyle kötü arasında tercih yapmak zorunda olan hatalı ama etkileyici bir merkezi karakter ihtiva etmesiyle şimdi bu, derin bir şahsi dramadır. Buna rağmen bunun sonucu, siyasi açıdan azami ehemmiyettedir. Neticede Fransa’nın yükselen etnik gerilimle nasıl baş edeceği, Hollande ya da Sarkozy’nin seçilmesinden çok daha önemlidir.
Kaynak: Slate
Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas