Türkiye sınırını ihlal eden Rus uçağının düşürülmesinin üzerinden bir hafta geçti. Sınırlarının ihlali halinde egemen her devletin göstereceği birrefleksle Türk jetleri Rus uçağını düşürdü. En üst seviyeden yapılan açıklamalarla Türkiye’nin buna hakkının olduğuna ve bu kararlığın süreceğine vurgu yapıldı.

Bugün Suriye’deki savaşı, Suriye muhalefeti ile rejim güçleri arasındaki mücadele olarak okumak, savaşan ve müdahil bütün grupların bölgedeki varlık sebeplerini veya türetilme sebeplerini anlamamak olur. Haklı demokratik taleplerle protestoları başlatan grupların değil, sonradan türeyen/türetilen radikal ve silahlı grupların adları anılıyor artık.

Suriye’de, tablonun bu kadar karmaşık bir hal alacağı kolayca kestirilebilir bir durum değildi. Bununla beraber, İran’ın bölgede Hizbullah ve generalleriyle birlikte var olacağını, Rusya’nın kadim müttefiki Baas Suriyesi yanında bölgede sıcak çatışmaya girmeyi göze alabileceğini, Çin’in bölgeyle bu derecede ilgili olabileceğini kestirmek belki de ancak bölge uzmanları için tahmin edebilir nitelikteydi.

Birden çok bileşeni olan bu karmaşık tablo, olayın ‘düz mantık’la kestirmeden çözümüne izin vermiyor. Suriye’de de Irak sahnesinde izlediğimize benzer bir tiyatro izliyoruz. Oyunun kuralları iyi şekilde işletiliyor ve aslında ortada sürpriz sayılabilecek hiçbir gelişme yok. Ortalık, masa başı açık ve kapalı kapılar ardındaki gizli pazarlıkları yapanlar, türetilen taşeron güçler, onların üzerinden birbiriyle bilek güreştiren devletler ve küresel aktörlerin boy gösterdiği bir podyumu andırıyor. Türkiye dışında kimse, Suriye’de huzur ve sükunun tesisi derdinde değil gibi.

Pekiyi öyleyse dış aktörlerin Suriye’de yaptıkları bunca politik yatırımın nihaî hedefi ve bunca şahit olduklarımızın anlamı nedir? Ve biz hemen yanı başımızda gözlerimizin önünde cereyan eden bunca olayı nasıl okumalıyız? Özellikle, İran ve Rusya’nın varlığı ve muhtemel sonuçları neler olabilir? Bütün bu sorular her biri ayrı bir makale konusu olabilecek hacimde.

Kısaca bazı temel taşlarını hatırlayacak olursak:

Rusya, Esad ailesinin ve Suriye Baası’nın kurulduğu günden beri müttefikiydi. Rusya’nın Suriye olaylarına müdahalesinin sadakat, istikrar ve çıkar üzerine kuruluRus uluslararası politikasına aşina olan hiç kimse için şaşırtıcı olmadığını peşinen söyleyelim. Rusya’nın bölgedeki varlığı, ne doğrudan doğruya enerji politikaları ile ne de Rus tezinde iddia edildiği gibi, sözde ‘radikalizmle mücadele’ ile ilgili değil. Rusya, Akdeniz’deki üslerinin devamı ile kadim müttefiki Esad rejiminin devamı arasında açık bir çıkar ve sebep-sonuç ilişkisi kuruyor.

Bugünkü uluslararası konjonktür ve politik tablo, küresel ölçekte değerlendirildiğinde, 2. Dünya Savaşı sonrasında, hakim güçler arasındaki güç ve ganimet paylaşımı dönemine fazlasıyla benziyor. Bu paylaşım safhasında Rusya, aynen 2. Dünya Savaşı sonunda kazananların izlediği yolu izliyor. Hakim güçlerle aynı safta durarak pastadan iyi bir pay kapma ve kendisini halen uluslararası güçlü bir küresel aktör olarak gösterme telaşında. Ayrıca, Putin’in Rusya siyasetinde devamının da Rus (veya Rusya) patriotizminin sürekliğine bağlı olduğunu söylemek gerekir. Bu sebeple, Rusya’nın, İŞİD yerine Türkmen dağını vurmasını, ne radikalizmle mücadele, ne enerji yollarından bir pay kapma olarak anlamak yanlış bir yorumdur. Bütün bu senaryodaki, Rusya’nın çok değer verdiği müttefiklik ve sadakat ilişkileri Putin’in Rusya içerisinde ve dışarıda kullandığı bir meşruiyet dayanağıdır. Rusların Esad için hayat-memat meselesi olan Lazkiye’nin kuzeyini güvence altına almaya ve tarihi müttefiki Baas’ın bölgede devamını sağlamaya çalışmasını Esad rejimi üzerinden bütün Suriye’nin Akdeniz sahillerinde, mevcut Rus üsleriyle söz sahibi olma savaşı olarak okunmalıdır.

Diğer taraftan, Bölgedeki bütün gelişmelerde 1979’dan bu yana bütün Müslümanhalklara göz kırpan İran, keskin bir makas değişikliğiyle, Fars kimliği ile ve bunun aracı olarak kullandığı Şiilik üzerinden, Tacikistan’dan Lübnan’a kadar alenen zemin kazanma mücadelesi içinde. İran’ın, doğrudan sınırı olmamasına ve arada başka bir ülke (Irak) bulunmasına rağmen, kimden ve hangi pazarlıklar sonucunda icazet alarak bölgede bulunabildiğini çözmeden Suriye konusundaki yorumlar askıda ve malul kalmaya mahkûmdur. Bu savaşta İran’ın generalleri ve sözde gönüllü askerleriyle Suriye’de bulunmasına adeta göz yumuluyor ve yer açılıyor. Bugün İran, Azerbaycan devletinden kendi içerisindeki Güney Azerbeycan’a, Gürcistan Borçalı’dan Türkiyedeki vatandaşlarımızdan bir kısmına kadar mezhebî bağları kullanarak aslında derin bir Fars milliyetçiliği barındıran /geleneksel politik hesaplarını pekiştirme derdinde. Bu anlamda, İran’ın klasik hinterlandının ötesinde mevziler kazandığını gözardı etmemek gerekir. İran, Tacikistan ve Afganistan’da ise Farsça dil ortaklığı üzerinden bu nüfuzu bölgede güçlendirme çabasında.

Diğer yandan Rusya’nın bölgedeki varlığını ve güç yoklama girişimlerini tarihi coğrafya ve jeopolitik değerleri üzerinden okumak gerekir. Bu köşe yazısının hacmi bunu kapsamaya yetmeyecek olsa da bir kaç noktaya temasta fayda var. Türkiye Rusya ilişkilerinde kendi penceremden baktığımda bazı hususların gözardı edilmemesi gerektiğini hatırlatmak isterim:

Tarihte 16 defa Türk-Rus savaşının olduğunu, 1800’lerden itibaren ise dönemin emperyallerinin kendi toprakları dışında iki ayrı devletin toprakları üzerinde yürüttükleri savaşların her birinin uzun ve ölümcül sonuçları olduğunu hatırlamak gerekir. Göreceli olarak daha yakın tarihli olan 1853-1856 Kırım savaşında Rusya’nın Osmanlı toprakları üzerinde nüfuz kazanma girişimlerine cevaben Osmanlı Devleti’nin Fransa ve İngiltere’nin destek, teşvik ve telkinleriyle savaşa girildiğini hatırlamak gerekir. Savaşın Osmanlı tarafı bakımından öncelikli anlamı, Kırım’ın Müslüman Tatar ahalisini korumaktı. Savaşın sonucunda dönemin Türkiye’si 200 bine yaklaşan şehidiyle Fransa ve İngiltere’nin toplam kayıplarının iki katı bedel ödemek ve duyun-u umumiyenin kurulmasıyla ekonomik bağımsızlığını kaybetmek durumunda kalmıştı. Daha da vahimi, Osmanlı Devleti, 3 yıl süren savaşın görünüşte galibi olmasına rağmen, masa başında çıkarlarını koruyamayarak Kırım’ın Müslüman Tatar ahalisinin Kırım’dan tehcirine engel olamamıştı.

Ruslarla bir diğer karşılaşmamız olan 1877 Osmanlı Rus harbi ise Osmanlı Devleti’nin ve Çarlık Rusya’sının Fransa ve İngiltere’nin telkinleri ve silah yardımlarıyla savaştığı ve Rus ordusunun Batı’da İstanbul Yeşilköy’e, Doğuda Erzurum’un işgaline kadar varan olaylar zincirini ortaya çıkarmıştı. Dönemin emperyal güçleri için önemli olan Doğudaki hantal ama devasa iki büyük devletin yani Osmanlı Devleti ve Rus Çarlığının birbiriyle savaşıp zayıflamasıydı ve politik deha eseri olan bu planı başarıyla yürütmüşlerdi. Bu savaştan yaklaşık 40 yıl kadar sonra birbirini izleyen iç karışıklıklar, isyanlar ve dış baskılarla bu iki devletin hükmettiği büyük bir coğrafya, sosyal, politik ve siyasi olarak yeniden dizayn edilmişti.

Savaş havasının Rusya ve hinterlandındaki milyonlarca Müslüman ve önemli bir kısmı Türkiye ile etnik ve kültürel bağlarla bağlı Rusya’nın yerli halklarına da zarar vereceğini ve bu halkların gelişmelerinin gecikeceğini akılda tutmak gerekir. Diğer yandan Türkiye için şimdilik 32 milyar dolarlık bir pazarın kaybının iç pazar ve üretime vereceği hasar ve doğalgazdaki bağımlılığımızı da dikkate alarak, diğer tarafları fazlasıyla mutlu edecek bir Türk-Rus savaşı gibi senaryolar konusunda alabildiğine ihtiyatlı olmak gerekir.

Bugün her yönden gelişmesinde ciddi bir ivme kazanan Türkiye’nin gelişmesini yavaşlatacak Suriye kapanında, Türkiye ile Rusya veya İran karşı karşıya getirilmiş durumda. Bu kapışma derinleşerek devam ederse, Türkiye’nin tamamen yalnız bırakılacağını, kısa birsavaşolmayacağını Rusya’nın ekonomik ve sosyal olarak çökeceğini, Türkiye’nin katettiği gelişmenin ise tam manasıyla sekteye uğrayacağını, İran’ın hayallerinin gerçekliğinin bulunmadığını ve kendi iç etnik meseleleriyle ‘evdeki bulgurdan da olacağını’ görmek için kehanet gerekmiyor. Yani kapışmanın kazananı olmayacak. Bölgedeki geçmiş tecrübe olmasının da mümkün olmadığını gösteriyor.

Yakın ve uzak tarihi tecrübe Türkiye’nin bigâne kalamayacağı Suriye iç savaşında fevri değil, gerçekçi ve ihtiyatlı adımlarla olaylara tarihi-coğrafi perspektifle derinlemesine yaklaşılmasına ihtiyaç var. Aksi halde, ne Osmanlı Devletinin son yüzyılının savaş tarihinden, ne de Irak savaşları sonucunda ortaya çıkan sebep-sonuç ilişkisi üzerinden gereken dersleri öğrenmemiş oluruz. İhtiyacımız olan; kamuoyunda ve sosyal medyada koparılan fırtına ve cengaverlik senaryoları değil, serinkanlı ve stratejik düşünce.

Kendi içerisinde, her geçen gün istikrarlı bir ivmeyle ilerleyen ve siyasî, idarî, teknolojik, askerî, ticarî ve psikolojik olarak her yönden güçlenecek bir Türkiye’nin, bütün dostlarına gelecekte bugünkünden daha faydalı olacağını unutmamak gerekir. Türkiye’nin bugün yapabilecekleri kadar, yarın da yapabilecekleri ve yapması gerekenler olacağını akılda tutmalıyız.