Geçtiğimiz günlerde bir TV kanalında Hasan Köni, terörle başarılı mücadeleler vermiş bir komutandan nakletti: "Kuzey Irak'ta bazı teröristlerle çatışma halindeyiz. Onları iki dağ arasında sıkıştırdık. Fakat tam bu esnada baktım, üzerimizde uçan iki helikopterden bize ateş açılıyor. Bunlar Çekiç Güç'e aitti. Ateş açıp düşürdük onları. Az bir zaman sonra Ege sularında Muavenet gemimize yanaşan bir Amerikan savaş gemisi bilgisayarları bir hata yaptı (!) ve 9 mermiyi gemimize isabet ettirerek onun batmasına sebep oldu." Mevcut iktidar, özellikle Başbakan'ın dışişleri baş danışmanı Sayın Ahmet Davutoğlu, iktidarın proaktif ve çok açılımlı bir dış politika takip ettiğini sık sık beyan ediyor. Bir süre önce bir programda bunu, etkileyici bir tarzda geniş geniş de izah ettiler. Evet, Afrika'ya ve "Uzak Doğu"ya açılma, bu çerçevede THY'nin Ukrayna'ya, Yemen'e uçak seferleri düzenlemesi elbette önemli adımlar. Ne var ki, meselâ Kıbrıs meselesinde uzun yıllar Yunanistan'la muhatap iken, artık karşımızda neredeyse Güney Kıbrıs, yani Kıbrıs Rum kesimi var ve Güney Kıbrıs, AB'ye girmek gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli dış politika hedefinde tayin edici bir konuma geldi. 1990 Körfez Savaşı'nda Irak'a girme imkânını, dönemin hükümetinin ve Meclis'inin direnmesi, savunma bakanı ve genelkurmay başkanının istifasıyla değerlendiremezken, Irak'ta bütün kırmızı çizgilerimizin berhava olduğu bir zamanda, kendi inisiyatifimizle mümkünmüş gibi Kerkük'e müdahaleden söz ediyoruz. Ama halkın önüne böyle bir retorikle çıkarken, diğer taraftan Kuzey Irak'taki oluşumu kabule hazır olduğumuz sinyalleri veriyoruz. Yanı sıra, mevcut Irak yönetimi, bir nabız yoklaması yapıyor ve sonradan geri adım da atmış olsa, kendisiyle olan ekonomik anlaşmalar konusunda bile bizi Kuzey Irak'taki oluşumla muhatap olmaya çağırabiliyor. Yakında, Kuzey Irak'ta oluşumla da değil, terör konusunda bizzat PKK ile muhatap olmamız istenirse hiç şaşmayalım. Birbiriyle ayrılmaz ve temelden bir ilişki içinde bulunan dış politika ile iç politikayı birbirinden ayrıymış gibi ele alıyor, birinin konuşulduğu yerde diğerinden hiç söz etmiyor, bu çerçevede "proaktif" bir dış politikanın önündeki engelleri görmezden geliyoruz. Oysa Türk dış politikası, başka pek çok faktörün yanı sıra özellikle Türkiye'nin ekonomisi, çözülmeleri şöyle dursun sürekli körüklenen iç problemleri ve bağlantıları sebebiyle önemli ölçüde ipotek altında olagelmiştir. Avrupa'nın en kalabalık ordusunu besliyor, silahlarımızı Amerika başta olmak üzere dışarıdan alıyor, dışarıya, meselâ İsrail'e modernize ettiriyoruz. Oysa, artık dış politikamızda en önemli iki ülke Amerika ve İsrail olduğu gibi, Irak'ta ve bölgemizde birlikte hareket edeceğimiz veya karşı karşıya geleceğimiz iki ülke de Amerika ve İsrail. İran, 8 yıllık Irak savaşında 700 Fantom uçağına rağmen havada başarısızdı; çünkü bu uçakları yedek parça yetersizliği sebebiyle çok az kullanabildi. Silahları satanlar, bize onları kimlere karşı kullanamayacağımızı da dikte ediyorlar. 83 senede haricî askerî harekât adına tek Kıbrıs çıkarmamız var. 32 yıldan beri dış politikada başımızı ağrıtmış olması ve Sayın Ecevit'i, ülke içinde siyasî ve içtimaî istikrarı sağlamada çok önemli olabilecek CHP-MSP iktidarını bozarak oya tahvil etmeye sevk etmesi dışında "Anavatan"a getirilerini (!) doğrusu bilemiyorum. Ekonomimiz ise, 2001 krizi sonrası alınan "tedbirler" sebebiyle borsa göstergelerine ve onlar da içeride-dışarıda siyasî istikrara kilitlenmiş durumda. Neden bütün bunlar? Çünkü, dünyada üreten ülkeler var, sanayileşmiş sekiz ülke. Onların özendiğimiz demokrasilerinin bile üreten ekonomileriyle bağlantılı olduğu gerçeği de hep gözden kaçırılıyor. Diğer ülkelere dünya sistemi içinde düşen, tüketici pazar, ucuz hammadde ve yine ucuz işgücü kaynağı olmaktır. Asıl bu temel meseleyi çözecek Türkiye çapında, halkta ve yönetimde irade var mı? Bu irade yoksa, tarihî tekerrürler içinde yuvarlanıp durmamız kaçınılmaz, "proaktif" dış politika zor, dünya gücü olmamız bir hayal, bölgesel güç olmamız bile tartışmaya açık bir husustur.