Günü yadırgıyorsunuz, geceyi, değişen sofra düzenini, elinizin uzandığı ama tutmadığınız bardağı, önceliklerinizin değişen sırasını... Rutinleşen her şeyi renklendirmek ya da geliştirmek için yaptığınız denemeler de bir rutin akış içinde rengini yitirmeye başlamadı mı? Mesela ekmek, çoğu zaman orta karar kepekliydi;  buğday arpa ya da çavdar olsun,  aldığınız fırına dikkat etmeyince tezlikle bayatlamaya hazırdı bir kısmı. Hele Tahran'da, geleneksel fırın eseri "berberi"  ("Türk bisküvisi" de deniliyor) ya da iri kumlu fırın pidesi "sengek" hatta kalın bir lavaş türü olan kalender "taftun"; içine hangi katkı maddesi konulmuyorsa, katılaşıyor hemen hepsi de sabahtan akşama kalmadan; vakit varken değerlendirme yolunu tutuyordunuz. Su, cam şişeye düşmeye mecburdu, musluk suyunda her zaman bir yağlı boya dokunuşu tadı vardı, plastik şişede gelen suda ise marketin depolarına girerken güneşin altında bekletilmişse, benzeri bir bozuk tadı algılayabilirdiniz.

Tahran'da Demavend, İstanbul'da Erikli suyu dediniz. Büfeden su alırken, atık sudan mı elde edilmiş, anlamayı önemsediniz.  Titizliğiniz sanki sağlıktan ve damak tadından önce, çocukluğun tadlarına ve renklerine dönük bir özlemi barındırıyor ardında.

Böylece sürüp gidiyor denemeler; çocukluk tadları geri gelmiyor. Diğer öğünleri geçiştirmeye alışık olsanız da kahvaltı güne başlamanın zorunlu eşiği. Sigara tutkunlarını bir bakıma hor görüyle izlerken içtiğiniz kahve ve çay alışkanlık yapmadı mı?   Ayrıca bitki çayları ve özellikle hatmi ve kekremsi tadıyla adaçayı; hepsinin sırası vardı. Buna karşılık önemsemeye çalıştığınız kahvaltı bile sıklıkla acele geçiştirilmesi gereken bir alışkanlık oldu; sırada başka işler var, vakit hiç yetmiyor, ev işi alış veriş masa başı çalışması ve kısa tutmaya çalıştığınız telefon konuşmaları...

Ya da vişne reçelinin katkı maddesiyle bozulmamış tadı...  Çocukluğunun vişne reçelinin kokusunu hatırlıyor musun?

Sadece bedensel değil, düşünsel konforun da bozulma zamanı... İnsan bu kadar düşük, alçak ve zalim olmasın, ama oluyor!   İşkence gören kadınlar tek tek Tuğba Tekerek'e konuştular, Taraf'a.  Onlar işkence gördüğünde tam olarak nerede olduğumu düşündüm. Bakü'deydim. Türkiyeli arkadaşlarla bir grup oluşturmuş, kaçkınların ve engellilerin yaşadığı kurumlara gidiyorduk.  Dinlemek, elinden tutmak, birlikte bir hal çaresi aramak...

Yer yüzünün bütün acılarına şahsen yetişemezsiniz. Dua, endişe, hatırlatma... Bir de, işkence ve zulüm yaşanırken tam o sırada nerede ve ne yaptığınız önemli.

Bir yıl kadar önce Silopi'de bir mahallede polisin attığı gaz bombasının başına isabet etmesi sonucu hayatını yitiren 13 yaşındaki Doğan'ı ele alalım. Çocuk ne mi arıyordu gaz bombalarının rastgele savrulduğu sahada? Dondurma satıyordu. Annesi Ramazan'a oğlunun yasını tutarak girdi. "Biliyorum yaklaşıyor her an/ Biliyorum oruçlu doğar insan/ Ölümün iftar sofrasına!"  (Erdem Bayazit)

Bir yıl kadar önce, ilk Ramazan yazımda sözü Doğan'a getirmiştim Taraf'ta. Bursa'da gittiğim elma bahçesinde işçi kadınların ağaç tepesinde bile oruç tutma azmini konu etmişim Dünya Bülteni'nde. Mısır şurubu tehlikesi, Melek Yüzlü Heathcliff başlığı altında kaçak işçiler,  eşleri, eski eşleri veya akrabaları tarafından öldürülen kadınlar...  Somali'ye giden yardım ekiplerinin sunduğu sahneler tartışılırken de, "Bir Görüntüyü Katlanılmaz Kılan Nedir?" diye sormuştum.

Bir yıl bile geçmeden soluyor en sarsıcı haberlerin etkisi. Doğan'ı unutmamaya söz vermiştim kendime ve zaten bir gaz bombası dumanı içinde dondurma satmaya çalışırken de gözlerimin önünde canlanıyordu, bir caddeden, meydandan geçerken bir şeyler satmaya çalışan çocuklarla karşılaştığımda. Sokak çocuklarını, genelev kadınlarını, bakımevlerinde ölüme terkedilen kimi kimsesi olmayan ihtiyarları olağan karşılama noktasına gelmemenin en doğru yolu hangisi?

Zamanla benimsenen kanıksamanın adı "olgunlaşma" olamaz. Hayrete kapılmayı mümkün kılan bir bakış için de gerekli ibadetlerimiz. O açıdan bakılacak olursa, ne kadar çabalasam da, samimiyetle istesem de bunu, bulunmam gereken yere zamanında ulaşmadığımı gösteren, bütün yazı kayıtlarının dışında, kayıt dışı bir boşluk olmalı. İyi niyetliyim tabii, haberdar olmaya da çalışıyorum, yine de bulunmam gereken bir yere her seferinde zamanında ulaşmış biri olduğumu nasıl iddia edebilirim?

Uzaktakini sevmenin kolaylığından söz etmişti Tolstoy. Yakındaki her zaman daha somut ve acil, ciddi bir şekilde harekete geçmeyi gerektiren bir sorumluluk anlamına geliyor. İşkence gören Arakan Müslümanı, işkence gören sol örgüt üyesi komşunuz...

Bir şok haberin etkisi henüz üzerinizdeyken yeni bir şok haberler dalgasına maruz kalıyor benliğiniz.  Hâlâ birşeylere şaşırmak, tepki duymak, öfkelenmek nasıl da önemli!

Akılcı olmaktan çok duygusal bir toplum olarak tanımlanan Türkiye insanı, duygularını bastırma yoluyla Batı uygarlığı dairesine eklenecek bir millet olmaya zorlanıyor. Mesela artık kamyon minübüs arkası yazılarımız bile olmayacak.  Anthony Giddens heyecanlanabilme, öfke duyabilme yeteneklerini yitiren kişinin durumunu 'uygar kayıtsızlık' olarak adlandırıyordu Mahremiyetin Dönüşüm'nde. "Cool" durumun, yükselen bireyselliğin toplumsal bakış açısındaki daralma, holigan şidddetinde patlak veriyor öte yandan.  Tesadüf eseri olmasa gerek, yine bir İngiliz yazar,  John Osborne öfkelenmeyi, heyecan duyabilmeyi "hakiki insan"a ait, giderek kaybolan, dolayısıyla kayıplarıyla hakiki insanın kayboluşunu da ifade eden gösterge olarak önemsiyor. "Bir fikrim var... Niçin küçük bir oyun oynamıyoruz? İnsan taklidi yapalım, sözde insanmışız da, canlıymışız da... Hiç olmazsa bir süre için. Ne dersiniz? Hadi insan taklidi yapalım. Ah, dostum, herhangi bir şey için heyecanlanacak bir insanla karşılaşmayalı o kadar uzun zaman oldu ki..."

Bir de Gariplerin Kitabı'nın Kuzey Afrika'da bir tekkede yeniden doğmaya çalışan İngiliz Arşiv görevlisi ...  Kuzey Afrika ülkesinde katıldığı tekke yaşantısının ilk günlerinde, eski yeme alışkanlıkları tarafından hapsedilmiş olduğu hissine kapılıyor. Vişne reçelinin çocukluğa özgü tadı, evet.  Önemli olan heyecanı size anlamlı gelen bir masada, sofrada buluşmaktı; biliyorsunuz.

İnsanın sofrası ibadet, ibadeti de sofrası olamaz mı? Arşiv Görevlisi kemikleşmiş kahvaltı alışkanlıklarını kırarken, dünyaya başka bir türlü açılıyor gözleri.  Sofra ya da masa sadece yemek-içmekle ilişkili değil, bir de etraf var ve etrafına dönük dikkat. Yanında kim oturuyor veya kim, hangi sebeple oturmadı, oturamadı...

Dünyanın bütün acılarını dindirmeye yetişemezsiniz. Fakat biri işkence görürken o sırada neler yapıyordunuz, bu soruya verdiğiniz cevap üzerinden bir muhasebeye gidebilirsiniz.