Tarık Ramazan

Ortadoğu’da mevcut yapıya egemen olan durumları nasıl anlayabiliriz? Durumlar, rekor diyebileceğimiz bir hızla değişiyor, çelişkili demesek de farklı yönlere doğru yürüyor. Gerçeği bilmek istiyorsak, Ortadoğu’da işler her zaman zor ve karmaşıktır. Ancak şu an olup bitene ilişkin ikna edici bir yorum geliştirmek oldukça zordur ve güneş her doğduğunda bu zorluk daha da artmaktadır.

Gerçekte farklı yönelimleri ve aidiyetleri olan etkin güçlerin doğuşuna tanık oluyoruz. Farklı meydan okumalar ve çelişkili çıkarlarla yüzleşiyoruz. Bütün bunlar, halk hareketlerinin ve Arap Ortadoğu’sunun yaşadığı siyasi değişimlerin sonuçlarına ilişkin tahmin ve olan bitenin yorumlanmasına dair yetersizliğimizin bizi şaşırtmaması gerekir. Bir yandan temel ulusal dinamikler, farklı güçler arasında yeni dengeler yaratırken bu durum, Mısır, Libya, Yemen, Suriye, Tunus ve Fas’ta derin etkiler bıraktı. Öte yandan ABD; İsrail, AB, Çin, Rusya ve hatta Türkiye ve Katar gibi ülkelerin bu işe farklı düzeylerde ve farklı şeklerde de olsa bir şekilde bulaşmış olduklarını görüyoruz. Bu ülkelerin amacı ya yeni gelişmelere etki etmek ve bu yönelimin daha fazla gelişmesini sağlamak ya da kendi ideolojik, ekonomik ve siyasi çıkarlarına göre bu hareketleri kontrol altına alarak bu hareketleri mümkün olan her araçla sınırlandırmak.

Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, Libya, Suriye gibi ülkelerde milyonlarca insanın özgürlük ve adalet talepleriyle nasıl çıktığını hatırlıyoruz.  Mısır, Tunus ve Fas’ta siyasi rekabetin ilk sonuçları (halk devriminin gerçekleşmesine mani olmak için bir çok reform gerçekleştirilmiş bulunuyor) İslamcıların açık ara önde olduklarını gösterdi. Bazıları İslamcıların siyasi mevkilerin çoğunu ele geçirmesine bakarak halk devrimlerinin yönünü değiştirdiğine inanıyor.  Diğerleri ise Arapların tarihinde ilk kez gerçekleştirilen demokratik seçimlerin sonuçları olması itibarıyla bunlara saygı duyulması ve korunması gerektiğini söylüyor.

Bugün kendimizi görmezden gelinmesi ya da gizlenmesi mümkün olmayan bir gerçekle karşı karşıya bulmaktayız. Çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde İslamcılar, halk nezdindeki en güçlü hareket olarak görülmekteler. İsteyelim ya da istemeyelim, İslamcılar yakın zamana kadar diktatörlere karşı muhalefetin bedelini en ağır bir şekilde ödemiş bulunan hareketler olmaları itibarıyla halk katmanlarında büyük bir meşruiyete sahiptir. İslamcıların yaklaşık yarım yüzyıla varan mücadele tarihlerinde, işkence ve baskının her türüne şahit olmuşlardır. Bu döneme işkenceler, sürgünler, hapsedilmeler, gizli ve açık infazlar damgasını vurmuştur. Ancak sorulması gereken soru şu: İslamcıları iktidara getiren bu ülkelerde ne olacağını tahmin edebilir miyiz? Daha da önemlisi: Dünyamızdaki etkin büyük güçler, son seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı yeni vakıayla nasıl yüzleşecek ve onu nasıl kontrol altına alacaktır?

ABD, Avrupa ülkeleri, Çin ve Rusya ve hatta Türkiye, İslamcılarla askerler ve onların geleneksel müttefikleri arasındaki siyasi anlaşmalar ve karşılıklı tavizlerle ilgili olarak yaşanan rekabeti elleri kolları bağlı bir şekilde seyretmeyecektir. 

Öte yandan İsrail, Ortadoğu’da olan bitenlerle ilgili olarak kendisine sadece seyirci rolünün verilmesine ve rolünün bununla sınırla  olmasına razı olmayacaktır. İsrail’in en güçlü güvencesi, ABD’nin Ortadoğu’daki mevcut durumlara hakim olmak ve onları kontrol altına alabilmek için gece gündüz demeden var gücüyle çalışmasıdır.

Doğulu ve Batılı hükümetlerle ve bu ülkelerin ordularıyla İslamcılar arasında olduğu var sayılan anlaşmaların doğası nedir? Herkes seçimlerin icrasından önce bu sürekli şeytanlaştırılan köklü İslami partilerin, Tunus, Mısır ve Fas’ta seçimleri kazanacaklarını biliyordu, buna rağmen etkin aktörler olarak siyasi alanda boy göstermeleri ve seçimleri kazanmalarına izin verilmesini nasıl izah edeceğiz? Batılılar neden müdahaleyi tercih etmediler?

İslamcılar, değiştiler ve ders aldılar. Fas’tan Mısır’a oradan Asya’ya ve Filistin’e varana kadar büyük bir pragmatizm içerisindeydiler ve yeni siyasi meydan okumalarla uyumlu olabildiler. Ortadoğu’daki güç dengelerinin değişim yönünde ilerlediğini bilmekteydiler, onlar da işlerini yeni verilere göre yürüttüler. Bununla birlikte kendilerini çelişkili talep ve beklentiler karşısında buldular: Bir taraftan kendilerini iktidara taşıyan İslami referanslara bağlı kalmak zorunda hissederlerken öte yandan da demokratik sürece ne kadar bağlı olduklarını, İsrail’e karşı tutumlarını, ekonomik modellerini ve esnekliklerini test etmeye çalışan dış baskılarla baş etmek zorunda kaldılar. Türkiye modelinin önemini kabul etmekle birlikte bunun Ortadoğu’da gerçekleşmesinin zor olduğunu söylüyoruz. Burada durum oldukça farklı zira, Türkiye, Ortadoğu’daki diğer ülkelerden son derece değişik bir tarihsel süreç yaşadı. Ayrıca Türkiye’deki etkin güçler, Arap ülkelerindeki güçlerden farklı görünüyor. Ayrıca Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı meydan okumalarla Arapların yaşadıkları arasında benzeri farklılıklar mevcut. 

Arap dünyasında ard arda gelen seçimlerde büyük başarılar yakalayan İslamcıların önümüzdeki dönemde işleri nasıl yürütecekleri hakkında düşünmeye başlamalarının vakti gelmiş görünüyor. Durum, burada siyasi tarihlerindeki en hassas dönemin başlamasıyla ilgili. Siyasi muhalefet olarak sahip oldukları dini samimiyeti kaybedebilirler, ya da yeni siyasi vakıayla uyum içinde olma gayreti, onları siyasi programlarının özünü oluşturan ilkelerden vazgeçmeye itebilir.  Ya da eskilerinden daha az yolsuzlukçu ve daha az sapkın, İslami örtüye bürünmüş basit birer siyasi rejimlere dönüşebilirler. Bu olursa, son dönemde elde ettikleri başarıların sonun başlangıcı olduğunu açıkça söyleyebiliriz.

Şu an Ortadoğu’da gelişen olaylar, hem çok karmaşık hem de önemli görülmelidir. Aslında mesele, bölgenin yaşamakta olduğu derin ve sıkıntılı dönüşüm aşamasından geçmesiyle ilgilidir. Libya’da kulisler arkasında yeni yöneticilerin ve onlara yönetime gelmeleri için askeri yollardan yardım eden Batılı meslektaşlarının ülkenin geleceğine nasıl el koyduklarını görüyoruz. Şeffaflık, ülkeye hakim olmaktan oldukça uzak. İnsani saiklerle yapıldığı varsayılan müdahalelerin bizim için gün geçtikçe daha net bir şekilde jeo-stratejik çıkarların etkisiyle olduğu  anlaşılıyor. Yakın bir zamana kadar meydana gelmesini tahmin ettiğimiz şeyler şu an gerçekleşmekte. Kimse geleceğin Suriye’de nasıl şekilleneceğini bilmiyor. Suriye halkı mücadelesinden vazgeçmeye niyetli görünmüyor, binlerce sivil ve masum insan diktatör rejimin çetelerinin elinde öldürülüyor. İsrail, AB ve ABD ve hatta İran, Suriye’de bir rejim değişikliğini tartışmaktan kaçınıyor. Bununla birlikte yaşanan olaylar, bu ülkelerin önünde başka bir seçenek olmadığını gösteriyor. İşte Ortadoğu’nun karmaşık durumunun kafa karıştırıcı ve şaşırtıcı bir duruma gelmesine neden olan şey budur: Mevcut durum, birbirinden oldukça farklı çok sayıda çatışma faktörlerinin varlığıyla temayüz ediyor. 

Suriye rejimi devrilirse, onun bölgedeki stratejik müttefiki İran, güç dengeleri ve ittifakları değişmiş olacağından, çelişkili bir biçimde ya çok büyük bir tehdide ya da kolay bir hedefe dönüşebilir. İran’a karşı başlatılan son propaganda kampanyası, bu noktadan hareketle anlaşılmalıdır. Kampanya, Suudilerin ABD’den yılanın başını ezmesini istemesiyle ardından ABD’deki sözde suikast girişimiyle başladı,  (bizden İran’ın Newyork’ta Suudi büyükelçisini öldürmeye kalkıştığına inanmamız isteniyor!) Ardından Tahran’daki İngiliz Büyükelçiliği’ne yönelik kalkışmalar İran’a karşı uluslararası yeni bir ittifak yaratmak amacıyla  kullanıldı. Bu arada İran, farklı düzeyde hareketlenmelere girişti, ve çok boyutlu bir strateji benimsedi: Bir taraftan destek kazanmaya çalışırken diğer taraftan da hem dünyada hem de bölgesel düzeyde karşılıklı güvene dayalı ilişkiler kurmaya çalıştı. Düğüm daha da içinden çıkılmaz haline gelirken durum mevcut İran yönetimi açısından daha rahatsız bir hale gelmeye başladı. Ulusal düzeydeki özgürlük ve şeffaflık noktasındaki bir takım eksiklere rağmen İran, bazı müttefiklere sahip olma ve  bazı güçlü kozları elinde bulundurma bakımından durumu kontrol altında tutmaktadır. İran’da rejim değişikliğine güç yetirebilecek bir seferberliğin ya da küresel bir takım demokratik güçlerin çıkışana şahit olacak mıyız yoksa durum savaşa açık yeni bir cepheye mi dönüşecek? Kesin olan şey, günümüzde hiçbir şeyin kesin olmadığı…

Siyasi karışıklıklar ve dönüşümlerle dolu Ortadoğu’nun geleceği ne olursa olsun, yeni etkin siyasi güçler,  temel önceliğe sahip üç kritere göre “uluslar arası toplum tarafından hesaba çekilecektir: Rejimin türü, ekonomik yapısı, İsrail’e karşı tutumu. Buna bir de Müslümanların çoğunlukta bulunduğu ülkelerde Şii-Sünni ayrımını da eklemek gerekir. Ortadoğu’yu anlamak, zihindeki bu üç faktörün göz önüne alınması ve aklımızda tutulması anlamına geliyor. Ortadoğu coğrafyası köklü dönüşümler geçirirken bazı meselelerde İslamcılar tahminlerin de ötesinde bir esneklik sergileyebilirler (Filistin-İsrail çatışmasına ilişkin konular hariç). Bununla birlikte, durum siyasetle ilgili olsun ya da olmasın, Müslüman halklar bu krizlerle dolu ve korkutucu gerçeklerle yüzleşmek zorundadır. Müslüman halkların yüzleştiği en büyük meydan okumalar, iç çatışmalarla yakından ilgilidir. Özellikle de hiçbir şekilde doğruluk payı bulunmayan Şiilerle Sünniler arasında bölünme ve rekabetle ilgili olanlar..Durum burada çağımızda en önemli meselelerinden biriyle ilgilidir. Şu an içinde bulunduğumuz acziyet, zaaf, ve oportunizme ilişkin sorumluluğu doğrudan üslendiğimiz bir dönemde, bizim dışımızdakileri bizden daha güçlü oldukları ya da daha fazla zafer kazandıkları için kınayamayız.

Şebabü’s Sevreti’l Fikriyye sitesinden Dünya Bülteni için çeviren: Faruk İbrahimoğlu