Ortadoğu barış sürecinin geçen hafta Washington’da “yeniden başlatılması” hakkında haliyle çokça yorum yapıldı. Aslında bu süreç, en iyi halde bir Arap-İsrail barış sürecidir. Daha isabetli olmak gerekirse, geçen hafta başlatılan süreç, gerçekte şu eski “İsrail-Filistin” kulvarının ziyâdesiyle şartlandırılmış halidir.
Obama yönetiminin “Ortadoğu barışı” yaklaşımının doğru bir tanımı, bu yaklaşımın niçin anlamlı veya olumlu hiçbir şeyi üretemeyeceğinin nedenleri hakkında ufuk açıcı olacaktır.
Hassaten üç mütalaa üzerinde duracağız. Birincisi, masada temsil edilmesi gereken bazı taraflar masada yok. Halis muhlis İsrail-Filistin müzakeresidir bu. Topraklarının kayda değer bir bölümü 1967’den beri İsrail işgali altında bulunan bir ulus devlet, Suriye, masada yok. Arap Birliği barış planına göre, İsrail, işgal etmekte olduğu tüm Arap topraklarını geri verip Filistinlilerin yanı sıra Suriye, Lübnan gibi tüm komşularıyla ihtilaflarını çözene dek tüm Arap uluslarıyla kapsamlı bir barışa varamayacak olmasına rağmen Suriye dışarıda bırakıldı.
Filistin tarafına gelince, Filistinli muhatap, Filistinli tüm hizip ve cemaatleri temsil etmezken ve İsrail’le müzakere edeceği her hangi bir anlaşmayı Filistinlilere “satamayacağı” ortadayken müzakereleri ilerletme saçmalığına bir dizi yorumcu işaret etti ki bizim kanaatimiz de aynı yöndedir. Göze en çok batan kusur, Hamas’ın dışlanmasıdır. Hamas’ın, İsrail’le müzakerelerde doğrudan bir taraf olmak istemeyebileceğini ve Filistin tarafının uygun müzakerecisi olarak FKÖ’yü kabul ettiğini tanıyoruz fakat Hamas, FKÖ’nün –Hamas gibi – şu an kapsama alınmamış önemli Filistinli hizipleri kapsayacak şekilde yeniden yapılanması gerektiğini uzun zamandır savunmaktadır. Ve Hamas, FKÖ’nün müzakere edeceği her hangi bir anlaşmanın Filistin halkının onay veya reddini alması için referanduma sunulması gerektiğini belirtmiştir. Bu şartların hiçbirisi tahakkuk etmiş değil ve şu an neredeyse müzakere yapmakta olan el Fetih hâkimiyetindeki FKÖ, Netanyahu hükümetiyle varacağı her hangi bir anlaşmayı Filistin halkına satamayacaktır.
Dahası, Ortadoğu barış sürecinin işleme şansına sahip olması için İran İslam Cumhuriyeti’nin en azından dolaylı taraf olarak masada olması gerekir. İranlı yetkililer, İsrail’le çatışmalara bir son verme amaçlı müzakerelerde Arap tarafların istisnâi hakkına saygı duyduklarını yıllardır söylüyorlar evet ama İran, Siyonist devleti tanımaya hazırlanıyor değil. Arap-İsrail barışının bir bütün olarak Ortadoğu’da neticeleri olacaktır. Arap-İsrail uzlaşmasının doğası, İran’ın kilit müttefiklerinin – Suriye, Hamas ve Hizbullah- çıkarlarını ve bizzat İran’ın çıkarlarını derinden etkileyecektir. Suriye devlet başkanı Beşşar Esad, Filistin tarafında Hamas’ın önemli bir rol oynadığı Filistin kulvarının yanı sıra Suriye ve Lübnan kulvarlarını da kapsayan, sahih bir bölgesel barışta İran’ın vazgeçilmezliğinin daha baştan tanındığı bihakkın kapsamlı bir barışı bu yüzden savunuyor.
İkincisi, Obama yönetimi, işgal altındaki Arap topraklarında kurulan İsrail yerleşimleriyle ilgili olarak savunulamayacak bir duruş sergiliyor. Daha belirgin biçimde söylenecek olursa, Obama yönetimin bu tür yerleşimleri dünyanın geri kalanının yaptığı gibi ve Cenevre sözleşmelerinin de şart koştuğu üzere gayrimeşru ilan etmeyi reddetmesi, yeni bir çözüm yahut mevcut yerleşimlerin “doğal büyümesi” vb konular hakkında sonu gelmez pazarlıkları garantilemektedir.
Bu ise, Filistin tarafının, müzakerelerin yaşayabilir bir toprak çözümü getireceğine güven duymayacağı anlamına gelir. Bu konu hakkında tarihi kayıt açıktır. Amerikan politikası, İsrail yerleşimlerinin gayrimeşruluğunu açıkça tespit ettiğinde – Johnson, Nixon, Ford ve Carter dönemlerinde olduğu gibi – Amerikalı diplomatlar, Arap-İsrail çatışmasını çözmenin daha başında sahih bir ilerleme sağlayabilmektedirler ki çeşitli ateşkes antlaşmaları ve Camp David sözleşmesi bunun delilleridir. Arap taraflar İsrail’den “hazzetmeseler” bile en azından işgal edilmiş toprakların iadesine dayalı bir çözüm ihtimalinin mevcut olduğunu biliyorlar. Fakat Başkan Ronald Reagan, İsrail yerleşimleri hakkında “yardımcı olmuyor” ama gene de meşru deyip Amerikan politikasını değiştireli beri bu ihtimal buharlaşıp gitti. Başkan Obama, başkanlığının ilk aylarında, İsrail’in yerleşim faaliyetlerine ilişkin Amerikan politikasını özgün, hukuken doğru ve diplomatik olarak da etkin konumuna iade edebilirdi fakat Haziran 2009 Kahire konuşmasında bunu kaçırdı.
Üçüncüsü, Obama yönetiminin yaklaşımı, en az Clinton yönetiminden bu yana, Amerika’nın Ortadoğu politikasını yoldan çıkaran bir yanılsamaya dayalıdır: İran İslam Cumhuriyetini kuşatmak veya onunla savaşmak üzere Amerikan liderliği altında bir araya getirilmiş “İsrail-ılımlı Arap koalisyonu” beklentisi. Bu berbat fikir, daha önce bahsettiğimiz aynı kusurların pek çoğundan muzdariptir ve hassaten de diplomatik sonuçlar üzerinde etkin veto gücüne sahip önemli bölgesel aktörleri dışlamaya bakmaktadır. Dahası, varsayıldığına göre, İran’ı “kuşatmaya” bakarken, İslam Cumhuriyeti’nin kuşatılamaz bir bölgesel konuma sahip olduğu gerçeğini pürneşe göz ardı etmekte ve bölgesel gerilimleri artırmaktadır. Geçmişe bakıldığında, bir kimse (bizim sunabileceğimizden çok daha fazla bir entelektüel cömertlikle) bu yaklaşımın ilk kez Clinton yönetimi sırasında denendiği vakit, bir deney olduğunu söyleyebilir. Fakat bugün, deneyin – Clinton, George W. Bush ve Obama yönetimi sırasında - defalarca yinelenmesi sonucunda elimizde toplanmış “veriler” var.
Sonuçlar açık. Deney, tutarlı bir şekilde başarısızlıkla sonuçlanarak altında yatan teoriyi geçersiz kılmıştır. Obama yönetimi maalesef bu başarısız ve iflah olmaz derecede sakat yaklaşımı sürdürmede ısrar etmekle kalmayıp bu yaklaşımın özgün savunucularından bazılarını rehberlik etsinler diye geri çağırıp kötü planlanmış Ortadoğu’da barış kuruculuğu çabalarının başına getirdi.
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın