Hepimiz, büyük çoğunluğumuz yanılmayı çok istedik; aksi takdirde dünyanın işte böyle apar topar ve güçlü olanı haklı kılan bir gidişatla düzeleceği yok gibi görünüyordu. Üstelik de benliklerimize yedirilmiş Mehdi imgeleriyle hep umuyoruz ki o kurtarıcı toplumun en fazla eziyet görmüş kesimlerinden gelsin ve sahibi olduğu tecrübenin getirdiği bir bilgelikle mustazafları yüceltsin. Bir yanıyla Müslüman ve Afrikalı bir kökene sahip siyahi bir siyasetçinin dünyaya sunacağı iyilikler konusunda niye umutsuz olmaya zorlayacaktık kendimizi? Duygularımızı eleştiriden soyutlayarak başıboş bıraktık ve Obama'ya hayran olduk. İçimizden bazıları onun gizli bir Müslüman olduğuna yemin edebilirdi. Modern dönemlerin Sovyetizm örneğinde çöküşü, postmodern dönemlerin bütün ilkesel muğlaklığıyla Bosna örneğinde yaşattığı utanç ve acı... Geçmişin zor yüküne rağmen beyazların egemenlik alanında dik duruşu, vaatleri, hitabet gücüyle bir şeyleri değiştirmeye gerçekten de niyetli olduğuna inandırdı bazılarımızı.

"Obama'da bir Camus havası" başlığıyla bir yazı yazmıştım bu köşede, o seçildiğinde. Hem fiziksel olarak andırıyordu Camus'u, hem de aidiyetlerinin melezliği konusunda. Camus Paris'in kendine özgü bir güçlüğü, geçişkensizliği olan entelektüel çevrelerinde bir bakıma taşralı bir kökenin de mücadelesini vermişti. Gençliği Cezayir'de geçti, annesi hizmetçilik yapan bir İspanyol, babası ise Fransız bir işçiydi. Cezayir doğumlu Fransızlar için olduğu gibi, kendini "kara ayak" olarak nitelendirirken eksik bir şeyleri telafi etmek istermiş gibi sıkı sıkı tutundu Fransız kimliğine.  Kültür ve sanat alanında, felsefede gerçekleştirmeye çalıştığı şekilde başkaldıran insana atfettiği gururun, horlama ve kanın romantik baş dönmelerinden tamamen uzak tutamadı kendini, bu nedenle de sessizce acı çekerken yalnızlaştı.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı, Fransa'da akla karanın açığa çıktığı bir sınav olmuştu. Camus gibi Türkiye Cumhuriyeti de bu sınavı yüz akıyla verebilmiş değildir, ne yazık ki...

"Obama'nın Bush'un saldırgan ve yayılmacı tavrı yüzünden üstlendiği sorunlar yumağı dikkate alınırsa, sonu Camus'a benzemesin, diye diliyor insan" diye yazmıştım, sözünü ettiğim yazımda. Bush daha olduğu gibiydi hiç değilse, deme noktasına geleceğimi sezinliyordum az da olsa, Camus benzerliği üzerinden.

Camus Cezayir'in işgali sırasında, bu ülkenin direnişçilerini "katil" olmakla suçlayan ve Fransa'nın sömürgeci tavrını makul gösteren yazılar yazdı. Cezayirliler için insan hakları bağlamında daha özel ve standartları zorlayan bir muameleyi anlayışla karşıladığını ima eden, alttan üste ırkçılık sızan yazılardı bunlar. Öyle ki bir zamanlar aynı davayı paylaştığı arkadaşı Sartre'ı bile dehşete düşürdü görüşleri. Sonraları bu dönemdeki tutumu üzerine doğrudan konuşmaktan hep kaçındı.

Bugün Obama da özellikle ülkesinin işgal ettiği ülkelerle ve genel olarak Ortadoğu konusunda izleyeceği siyasetlerde hakkaniyetli bir yaklaşıma güç yetiremeyeceği kanaatini uyandırması bir tarafa, bunun için riske açık bir çabaya girişmekten itinayla uzak duracağını kanıtlamaya devam ediyor.

Şimdilerde İsrailli yetkililer İran'ı tehdit etmeyi sürdürürken o, Irak işkenceleri konusunda Donald Rumsfeld'in kekelemesini hatırlatan bir bildiğini bilmeme, bilmediğinin de ayırtında olmama tutumuyla bin dereden su getirmeyi sürdürüyor. Siyasette uğrattığı hayal kırıklığını bir dış saldırıyla unutturamayacağı da muhakkak. Yine de saldırıya meyyal, elinde başka bir kartı bulunmadığı gibi oyunda hile yaptığı açığa çıkan kumarbazın paniğini yaşıyor çünkü.  Arap hareketlerine hazırlıksız yakalandı, Putin'in zaferini izlemek zorunda kaldı, üstelik içeride de başarısız bulunuyor; bütün bunlar hırslanmasına yol açıyor muhtemelen.. Bu açıdan da yeni bir anlama ve imkâna izin vermeyen konuşmaları, onca hay huy arasında kariyerinde alışılmışın dışına çıkmamaya razı olduğundan farklı bir anlam ifade etmiyor.

En azından şimdiye kadar bıraktığı izlenim bu: Kalıplara uymaya yatkınlığıyla ABD siyasetinde sadece görünürde bir değişiklikle yol almanın teminatına dönüştü. Başlangıçta İsrail konusunda daha hakkaniyetli açıklamalar yapmaya çalışıyorken, giderek dünya meselelerine yaklaşımda İsrail'in güvenliğini önceleyen tipik Amerikan siyasetinin klişelerine sığınmaya başladı. Böylelikle de Saramago'nun kınadığı "cüce siyasetçiler" halkasına eklenmesi kaçınılmaz. Her zamanki kadar şaşaalı konuşmalar yapıyor, ancak kim dünyanın İsrail eliyle bir nükleer kıyamet sahnesine dönüştürülmek istendiği şu  dönemde bir Obama karizmasından söz edebilir?

O açıdan Camus kendi ahlak anlayışıyla daha tutarlı, bedel ödemeye hazır olma konusunda da öyle... Sanatın yalancı bir lüks ve bencil bir edebiyatçının yapıtı olmadığını savundu Camus, nefes alan, kullanılabilir bir sanat için yazdı ve yaşadı. Uysallaşmayan saçmalıktan söz etti, hiç yok olmayan umuttan. Her şeye rağmen adalete ve özellikle doğruluğa vurgun olmayı önemsediği için de Cezayir konusunda etrafına ters düşen seçimde ısrar etti ve ömrünün geri kalan döneminde kendi içinde tutarlı olduğunu düşündüğü bu seçiminin yaydığı yanılgıya karşı bir suskunluk orucuyla bedel ödeme yolunu tuttu. Sessizliğiyle gelen yalnızlığı, bilerek üstlenilen bir sürgünlük anlamına geliyordu. Yoğunlaşan duygularının vardığı son noktada kendi kendini imha ettiğine dair bir kanaat de dile getiriliyor.

Başkanlığı zamanında İran'da büyük umutlarla karşılanan Obama ise ne duygusal ne de aykırı olmayı mümkün kılacak bir cesarete sahip görünüyor. Kendisini durup düşünmeye, durgunlaşmaya zorlayan sebepleri hafife alsa da, yeni bir söz söylemekten uzaklığıyla bir bocalama içinde olduğu hissi uyandırıyor. Bocalama içinde sürdürüyor konuşmalarını, ancak günü kurtarmaktan öte bir hamle yapacağına dair herhangi bir işaret okunmuyor sesinde ve sözünde...