ABD Başkanı Barack Obama önümüzdeki hafta Kahire'de uzun süredir beklenen konuşmasını yaparken, Batı'nın İslam dünyasıyla savaşta olduğu yönündeki o son derece tehlikeli ve yaygın kanıyı göğüslemek ve bunu daha tutarlı ve Müslümanlara hem gurur hem de sorumluluk sunan bir açıklamayla değiştirmek zorunda.

Bush yönetiminin bu tip bir açıklama üretme çabası amacına ulaşmadı; bunun sebebi büyük ölçüde Irak'taki Amerikan varlığı gün geçtikçe artarken Müslümanların eski başkan George W. Bush'un sözlerine kulak vermeye pek hevesli olmamalarıydı.

Obama'ysa bambaşka bir vaka. Müslüman aile üyeleriyle ve Amerikan rüyasını kendisinde cisimleştirmiş olmasıyla, ABD'nin sahip olduğu güç ve etkinin dünya çapında algılanışını değiştirebilecek eşsiz bir konuma sahip.

İran'a tavır koyması gerek
Obama her ne kadar çoğu Müslüman'ın Amerika'nın hatası olarak gördüğü birçok şeyi kabul etmek zorunda kalacaksa da, kulağa hoş gelen geçici bir 'afedersiniz, bizim suçumuz' ifadesi hedeflenen amaca ulaşmak için yeterli olmayacaktır.

Bunun yerine Obama, dünyaya Amerika'nın ideallerini hatırlatan ve Müslüman toplumları kendi içlerindeki çatışmalarla yüzleşmeye sevk eden yeni bir anlatı oluşturmalı. ABD aşırılıkçılığa karşı Müslümanlarla işbirliği yapmaya ve onlara daha iyi toplumlar kurabilmeleri için destek olmaya devam etse de sonucu belirleyecek olan Müslümanlar, biz değiliz.

Obama birbirinden ayrı, fakat birbiriyle örtüşen üç mücadeleye değinmeli:
Din ve terör: Kaide, Taliban ve bunlarla ilişkili gruplar tarafından yönlendirilen şiddet yanlısı küçük bir gericiler topluluğu ürkütücü bir zorbalığa başvurarak 1 milyar Müslümanı, İslam'ın ilkeleriyle bağdaşmayan kendi totaliter doktrinlerinin çizgisine çekmeye çalışıyor. Kendi içlerindeki şiddet yanlısı aşırılıkçıların karşısına dikilmek ve onları tecrit etmek Müslümanlara kalmış. Gittikçe artan sayıda Müslüman bunu yapıyor - korkunç bir tehdidin göz ardı edildiği Pakistan'da bile yaşanan bu.

İran ve maşaları: Kendisine vekâlet eden Suriye, Hizbullah ve Hamas'la birlikte İran, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır'ın da aralarında bulunduğu çoğu Arap ülkesini karşısına almış durumda. Bu İran-Arap çatışması, Irak'ın da dahil olduğu başka coğrafyalarda yaşanan Sünni-Şii çatışmasının bir parçası. Fakat İran'ın oluşturduğu tehdit dini aşan boyutlarda. Müslüman toplumlar, sekter eğilimlere prim vermeden İran'ın ve başta Devrim Muhafızları olmak üzere İran gizli servisinin dünyaya yaymaya çalıştığı Şii aşırılıkçılığı ve etkisine karşı durmak zorunda.

Obama konuşmasını yapacağı ortamı iyi anlamalı. Arap basınında çıkan yazılarda ABD'nin İran kampı ve Taliban karşısında sergilediği tavrın yumuşadığı yönünde endişeler dile getiriliyor. Mısırlılar, ABD'nin Ortadoğu'daki İran hâkimiyetine karşı tavrını netleştiren bir açıklamayı memnuniyetle karşılayacaklardır.

Demokrasi ve insan hakları: Birçok Arap hükümeti Mısırlı eylemci Saadettin İbrahim'in 'demokrasinin altyapısı' diye adlandırdığı şeyi kendi yurttaşlarından esirgedi, yani hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, özgür basın, cinsiyet eşitliği ve bağımsız sivil toplum...

Özgürlüğün bu gereklilikleri, terörist Hamas rejiminin Gazze'de yaptıklarının da kanıtladığı üzere, seçim sandığına atılan oylardan çok daha önemli. Müslümanlar arasındaki yaygın eleştirilerden biri ABD'nin otoriter müttefiklerini demokratikleşmeye zorlamaması yönünde. Hem ahlaki hem de stratejik nedenlerle hükümetlerinden hesap sorabilen özgür toplumları desteklemek bizim çıkarımıza olacaktır.

Türkiye ve Endonezya gibi demokrasinin hâkim olduğu ülkelerin varlığı İslam ve siyasi özgürlüğün bir arada bulunamayacağı iddiasına karşı önemli bir yanıt teşkil ediyor. Obama yeni anlatısını Müslümanlar arasındaki bir dizi çatışma ekseninde şekillendirirken çoğulculuk, özgürlük ve fırsat eşitliği gibi aşırılıkçı ideolojiyi dışlayan Amerikan değerlerine de vurgu yapmalı.

Obama ABD'nin bu çatışmalarda pasif bir izleyici konumunda kalamayacağının altını çizmeli. Kendi ideallerimizi ve çıkarlarımızı savunmalıyız - buna İsrail ve Filistinliler arasında kapsayıcı bir iki devletli çözümü gerçekleştirmek de dahil. 

Mağdur değil esas aktörler
Müslümanların bu üç mücadeleyi de ABD'yi yapıcı bir ortak olarak yanlarına alarak kendilerinin üstlenmesini sağlamak ve bu yolda onlara güç vermek aşırılıkçıların anlatısını geçersiz kılacak ve Müslümanların küresel adalet mücadelesinde kendilerini mağdur değil esas aktör olarak görebilecekleri yeni, dürüst ve olumlu bir açıklamanın ortaya çıkmasına imkân verecektir.

(Eski ulusal güvenlik danışman yardımcısı, Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi'nde üst düzey danışman / Eski dışişleri bakan yardımcısı, Dünya Büyüme Enstitüsü'nün başkanı, 27 Mayıs 2009)

Kaynak: Radikal