Zaman zaman gençlerle sohbet yapıyorum, 12 Mart muhtırası dediğimde boş boş gözümün içine bakıyorlar, 12 Eylül darbesi üzerine de bir şey bilmediklerini anlıyorsunuz, 28 Şubat bize göre çok yeni, ama o konuda bile 20 yaşından küçük olanların çok bir bilgisi yok. Oysa 12 Mart'tan bu yana sadece 35 yıl geçmiş, 12 Eylül'den bu yana 25 yıl, 28 Şubat'tan bu yana da 8 yıl...

Türkiye 30 yılın içine muhtıra, darbe, örtülü darbe ve sonu gelmez siyasi tartışmalar sığdırabilmiş bir ülke...

Nesillerin hafıza yetersizliğine uğraması kadar tabii bir şey olamaz.

Şu yaşadığımız günleri düşünün bir:

Bir yanda, emekli bir kuvvet komutanına ait olduğu ileri sürülen 2 bin sayfalık günlükten yola çıkarak, sonuçsuz kalmış iki darbe girişimini tartışıyoruz.

Yıl 2004. Sarıkız ve Ayışığı... Darbenin kod adları... Dört kuvvet komutanı, genelkurmay başkanını aşıp nasıl iş kotaracaklarını konuşuyorlar. Hesaplar tutmuyor, olmuyor.

Bir yanda yeni cumhurbaşkanının seçilmesi gibi demokratik bir süreci işletmek için uğraşıyoruz.

Ve bir yanda, o darbe girişiminde devreye sokulması planlanan üniversitelerin de rol aldığı kitle eylemlerini...

İlginç durum şu:

Darbe teşebbüsü içinde yer alan komutanlardan birisi, şimdilerde, üniversitelerin de katılmaya zorlandığı kitle eylemlerine komuta ediyor...

Aslında cumhurbaşkanlığı seçimi için anayasanın tesbit ettiği prosedür basit.

Meclis'te en fazla dört oylama yapılacak ve son oylamada seçim gerçekleşecek.

Peki bu kadar basit bir prosedür neden bu kadar büyük gürültüye sebep oluyor?

Çünkü bir kısım vatandaşlarımız Meclis'e güvenmiyor.

Yani Meclis'teki sandalye dağılımına... Ve onun çıkaracağı sonuca...

Mantık şu:

Bu Meclis'i kendi haline bırakırsak mutlaka yanlış birini seçer. Hani bir özdeyişimiz var: Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya kaçar, ya zurnacıya, diye... Bir kısmımız Meclis'e de böyle bakıyor.

Öyleyse:

Meclis'i bombardımana tabi tutmalı ve bizim istediğimizi seçmeye zorlamalı...

Bombardıman dedimse, tabii ki, askeri bombardımanı değil, sivil kuşatmayı kastediyorum.

Bakın gene askeri bir ifade kullandım: “Kuşatma” dedim.

Aslında yanlış değil.

Türkiye, bu işleri böyle götürmeye alıştırılmış. “Sivil”liğin yanına bile askeri terimler oturuyor. Ve biz bunu farkında olarak olmayarak tüketiyoruz.

Aslında bütün askeri müdahaleler, “Halk iradesi iyi işlemiyor” mantığından yola çıkarak gerçekleşiyor Türkiye'de...

“1946'da çok partili hayata geçerken yanlış yapmışız!” diyoruz.

Tekerlek yanlış dönüyor o tarihten beri... diyoruz.

Bir kısmımız seçimleri bir türlü sevemiyoruz. Sandığı sevemiyoruz. Oradan çıkan sonucu sevemiyoruz. Tabii Meclis'leri de, hükümetleri de sevemiyoruz.

Sebebi, sandık bizi çıkarmıyor, sonuçlar bize gülmüyor, Meclis'te ağırlık kazanamıyoruz ve tabii hükümet olamıyoruz.

Nasıl sevelim sandığı, seçimleri?

Bunun yanında bir de bizi yakıp kavuran şehvetimiz var:

-Bu memleketi biz yönetmeliyiz. En iyi biz yönetiriz. Ayağı çarıklılar mı yönetecek, ağzı çorba kokanlar mı, ayakkabılarını cümle kapısı önünde çıkaranlar mı?

Biz yöneteceğiz ama nasıl?

Halktan oy almadan nasıl?

Ah biri bize altın tepsi içinde sunsa şu iktidarı... Gücünü kullansa, tüm demokratik süreçleri tepe taklak etse, halk iradesini devre dışı bıraksa ve bize sunsa...

Kısa Türkiye Cumhuriyeti tarihi, hem de çok partili haylata geçtikten sonraki, yani az buçuk demokrasi uygulamasına tanık olunan tarihi, böyle altın tepsi operasyonlarıyla dolu...

Ama o iş de kolay değil.

Memleketin silahlı gücünü, halk iradesine karşı kullanmak...

Gene de bakın kaç kere gerçekleşmiş...

Teşebbüs halinde kalanları da cabası...

Genç nesil gene hatırlamayacak. Ama vaktiyle bir oluşum vardı. PDM denirdi kısaca... Açık söylenişi Parlamento Dışı Muhalefet demekti. Parlamento Dışı Muhalefet de seçimlere fazla itibar etmez, ama bir kuşatma harekatı yürütürdü. Parlamento Dışı Muhalefetle, askeri müdahaleler arasında da bir geçişlilik ümit edilirdi. Oradan başla, oraya git...

Şimdi CHP yetmiyor, medya muhalefeti kesmiyor, Parlamento Dışı Muhalefet, yeni versiyonu ile eylem hazırlıyor.

Çağımızda sivil toplum kuruluşları yönetime bir ölçüde katılıyor.

Onun için parlamento her şey değil. Hükümet her şey değil. Siyaset her şey değil.

Ama sokak da her şey değil.

Bir yasal prosedür var.

Herkes her şeyi söyleyecek ama sonunda kararı yine yasal kurumlar verecek.

Bu, demokrasilerde halk iradesinin seçimle gelmiş sembol kurumu olan Millet Meclisi demek.

Sivil toplum olarak sesinizi yükseltecek, Meclis'e, hükümete duyurmaya çalışacak, ama Meclis iradesini ıskat edecek bir tavır içine girmeyeceksiniz.

Öyle yapmıyorsanız niyetiniz üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. Türkiye, 2007 yılında bağcı dövmek isteyenlerle bir sınav yaşıyor. Dilerim bu sınavı Türkiye kazansın.

- - - - - -