David Brown
2009 yılı, Berlin Duvarı'nın çöküşünün 20'nci yılı. Putin Rusya'sı şenlik havasında olmayacaktır muhtemelen. Soru şu: Amerika olacak mı? Eski Varşova Paktı üyesi ülkeler, taze serbest pazar ekonomileri olma peşinde kendi planlı ekonomilerini terkederken, komünizmin çöküşü, Amerika'yı medeniyet çapında benzer bir değerlendirme yapmaya sevkedemedi.
Eğer yapmış olsaydı, müeyyide, işgal ve terör savaşlarıyla geçen son yirmi yıl farklı olurmuydu? Paradigma değişimi için gerekli emsal mevcuttu. Nazi Almanya'sının yok edilmesinden sonra Amerikan dış politika düşüncesinde devrim yaşandı; eski tecrid politikası - güçlü bir ulusal güvenlik devletinin idame ettirdiği - yükselen liberal uluslararasıcılığa yol verdi. 1989 olayları bunu ne değiştirdi ne de buna meydan okudu. Pentagon sâkinleri keşfettiler ki Basra Körfezinde, Balkan yarımadasında ve diğer yerlerde yeni ve mutlu bir yaşam şansı varmış. Askeri zihniyet geçerliliğini korudu. Yirmi yıl geçti ama mecâzi anlamda Amerikan "duvarı" halen düşecek.
Bazıları, İslamcı fundemantalizmin yükselişinin, Sovyetler Birliği sonrasında barışın hâkim olmasını imkansız kıldığını savunuyorlar. Ne ki Amerika yok etmek üzere 11 Eylül evvelinde bile canavar arıyordu. 1990'ların başlarında, yükselen Asya ekonomileri Wall Street'i telaşa düşürmüştü öyle ki George Friedman ve Meredith Lebard'a can sıkıcı Japonya'yla Yaklaşan Savaş'ı (Coming War With Japan) ilham etmişti. Çok geçmeden Yugoslavya'nın parçalanması, Sırp ulusçusu Slobadan Miloseviç'i Batı'da Führer katına yükseltti. Miloseviç kuvvetlerine karşı Amerikan liderliğinde yapılan hava saldırılarını gerekçelendirmek amacıyla, birileri Winston Churchill'e kulak verip Adolf Hitler'e daha evvel karşı dursaydı ne olurdu? Diye sordu Bill Clinton. "Kaç insanın ve kaç Amerikalı'nın hayatı kurtarılmış olacaktı? (...)
Savaş tamtamları çalmaya devam etti. "Dünyayı şerirlerden kurtarma" derdinde görünen Başkan George W. Bush, sözümona, nükleer klübe davetsiz bir şekilde katılmaya çalışan Irak, İran ve K.Kore'yi ülkenin "en çok arananlar" listesinin başına yerleştirdi.
1989'daki entelektüel halet-i ruhiye, Amerikan militarizmi üzerinde yeniden düşünmeye ters kaçıyordu. O yaz, The National Interest'te Francis Fukuyama'nın, siyasi çoğulculuğun, pazar kapitalizminin ve insan haklarının daha barışçıl bir dünyanın mukaddimesi olduğunu savunduğu "Tarihin Sonu" adlı tezi yayınlandı (bir longue durée çalışmaydı). Sovyetler Birliğinin içpatlamayla çökmesi Fukuyama'nın kahin gibi görünmesini sağladı. Ancak herkes onunla mutabık değildi. 1993'de Foreign Affairs'de yayınlanan, Harvard siyaset bilimcisi Samuel Huntington'a ait "Medeniyetler Çatışması" başlıklı tez, etnik ve dini çatışmalarla sarsılan bölünmüş bir gezegen tasavvur ediyordu.
Tezlerin hiçbirisi de inandırıcılıklarını ispat etmedi. Körfez Savaşı, radikal İslam, Yeltsin sonrası Rusya'sının liberalizmden uzaklaşması, Fukuyama'nın iddialarına ciddi bir şekilde meydan okurken, Huntington'ın, dinamik kültürleri "Müslüman Dünya" veya "Batı Medeniyeti" şeklinde durağan kategorilere ayırması sert eleştirileri davet etti ve Amerika-S.Arabistan ilişkilerinde çatışma olmaması veya Hindistan, Güney Kore ve Türkiye'de demokrasinin ilerleyişi gibi jeopolitik gerçeklerin izahında başarısız oldu. Daha problematik olanı, ne Fukuyama ne de Huntington Amerikan canavarının (leviathan) üzerine gitmedi. Analizlerine "kaçınılmazlık" hâkimdi – Fukuyama'nın tezinde geleceğe kesin bir barış hâkimdi; Huntington'ın tezinde ise kesin bir çatışma. Amerikan imparatorluğunu zor durumdan kurtarmıştı bu. Amerika ya küresel ideolojik ahengin daha da artmasına önayak olmalı veya vagonları çevreleyip, halkın hükümetine Çin ve İslam'dan gelecek olan meydan okumaları beklemeliydi.
Geriye doğru bakıldığında ne "Tarihin Sonu" ne de "Medeniyetler Çatışması" Soğuk Savaş sonrası dünyaya hazırlamadı Amerika'yı. Yine de yaratıcı düşünürlerden güvenilir bir okul mevcuttu – içerisinde artık hayatta olmayan bir ya da iki dönek olsa da. Tarihçi Charles Beard (1874-1948), William Appleman Williams (1921-90) ve Christopher Lasch'ın (1932-94) çalışmalarından, Amerika'nın çıkmazları hakkında tutarlı bir değerlendirme çıkmıştır. Bu uzmanlar – ortabatının metropolitanizm karşıtlığı, kapitalizme şüpheyle yaklaşmak ve liberal uluslararasıcılığa husumet gibi müşterek özellikleri vardır – ülkelerinin ziyankâr bir şekilde tüketiciliği, militarizmi ve emperyalizmi kucaklamasına kafa tutan karşıt bir tarihyazımı ortaya koydular.
Indianalı (Knightstown'dan) Beard, 20 yy'ın belki de en önemli Amerikan tarihçisidir. Anayasanın, tarihi izafiyetçiliğin ve Amerikan dış politikasının iktisâdi kökenleri hakkında yaptığı araştırma, ilgi uyandırmayı ve tartışma yaratmayı sürdürmektedir. Franklin Roosevelt'in dış politikasına hücum ettikten sonra dışlandı. President Roosevelt and the Coming of the War (1948) başlıklı kitabı onun artık kabul gören önermesini o vakitler reddeden tarihçileri çileden çıkarmıştı; Franklin Roosevelt, bir yanda perde arkasından güç eksenine karşı meydan okuma hamlesi yaparken diğer yanda halka barış vaadetti – 1940 seçimlerinden tam altı gün önce "oğullarınızı yabancıların savaşlarına göndermeyeceğim" diyerek Bostonluları temin etmişti- dediği bir önermeydi bu.
Doğu ve Batı kıyılarından nüfuzlu bir dizi tarihçi Beard'ı sert bir şekilde suçladı. Stanford tarihçisi Thomas Bailey, Beard'ın kitabı için şu ifadeleri kullandı: "Delîlin kepaze bir şekilde berbat edilmesi. Yazar ahmak mı yoksa entelektüel namussuzluk mu yapıyor diye sorası geliyor insanın...Beard, gerçekleri hasıraltı ediyor, bazılarını seçiyor, bazılarını aşıyor, bazılarını bile bile yanlış tanıtıyor ki bu puştlukları tarih bölümünde doktora yapan bir aday yapmış olsaydı tezini kabul etmezdik." Bailey'in kendi dosdoğru gerçekleri vardı. Amerika-Sovyet ilişkilerini ele aldığı popüler bir çalışmada şöyle diyordu: "Demokrasi satmalıyız, gayretle hatta militan bir şekilde."
Harvard'dan Samuel Eliot Morison "Tarihçinin İnancı" başlıklı, 1950'de yaptığı Amerikan Tarih Cemiyeti başkanlık konuşmasını, Amerikalıları savaşa hazırlamada zaafa düştü diye Beard'ı paylamak için kullanmıştı. Şöyle demişti: "Beard, hiçbir savaşın gerekli olmadığını, hiçbir savaşın iyi nâmına herhangi bir şey yapmadığını öğretti...1940'da olgunlaşma çağına gelen genç neslin vermek zorunda oldukları savaşa ruhen hazırlıksız yakalanmalarını sağladı." Morison, tarihçilere, ulusun soğuk savaş ihtiyaçlarına uygun bir ilmi faaliyet yürütmeleri ve yeni dış politika çizgisi üzerinde varılan mutabakata kafa tutan meslektaşları marjinalleştirme çağrısında bulunmuştu aslında.
"Indiana'nın vahşi doğasından gelen bir Amerikalının", Beard'ın, ortabatı tecritçiliği, Morison'ın Boston-Brahmin uluslararasıcılığı ile çatışıyordu. I.Dünya Savaşıyla gözünü açan Beard, emperyal zihniyetle entelektüel bağlarını Franklin Roosevelt'in başkanlığından çok evvel koparmıştı. 1925'de The Nation'da yayınlanan zekice kaleme alınmış bir makalesinde (War With Japan: What Shall We Get Out of It?) Amerika'ya Asya'dan yapılan göçleri yasaklayan yeni Göç Kanununa atıfta bulunarak Pasifiğin her iki yakasındaki basını karşıt görüşte yazılar yayınlamaları yönünde kışkırtmıştı. Amerika'nın ırkçı kaygılarının bu kanuna katkıda bulunduğuna şüphe yok ama Beard, daha karmaşık ve geniş bir kesim tarafından benimsenmiş emperyal bir tertibatın iş başında olduğunu hissetmişti. Washington'daki "Büyük Donanma Çocukları" yaptıkları işin itibar ve önemini büyütmeye baktılar, örgütlü işçiler, beyaz işçilerin tercih edilmesi için Japon karşıtlığını kullanma ümidine kapıldılar ve ultra-vatanpeverler "ulusal değerleri ve Hıristiyanlık değerlerini" küre çapına yayma beklentisine girdiler demişti. "Tüm bunlar" diyor Beard "onurlu bir barışı kafasına takan bir Başkan ve Dışişleri Bakanlığı tarafından kolaylıkla dengelenebilirdi." Ancak işte böyle bir irade ortalıkta yoktu. Bunun yerine, Amerikalılar, kendi kendilerini aldattıkları bir dindarlıkla küresel emellerini maskelediler. "Kalıcı barış için kalıcı savaşa" girdiler diye hükme bağlıyor Beard.
1947'de, Beard'ın ölmesinden bir yıl evvel, tarihçi William Appleman Williams, Wisconsin Üniversitesinde doktorasını tamamladı. Beardvâri imparatorluk eleştirilerini savaş sonrası döneme tatbik etmede diğer ilim adamlarından daha fazla iş çıkarmıştı. Iowa, Atlantic'de dünyaya gelen Williams "hayatlarının merkezinde cemaat değerlerinin olduğu...toprağı sürüp ekinleri hasad eden... bir halkın arasında büyüdüğünü" sevgiyle anımsıyordu. Fikri hayatta çok önemli gelişmelerin olacağı bir zaman diliminde Wisconsin Üniversitesine geldiğinde II.Dünya Savaşı gazisiydi. Tarih bölümünde bulunanlar arasında Merill Jensen, Amerikan barış hareketi uzmanı Merle Curti, dış politika uzmanı ve Wisconsin Üniversitesi müstakbel rektörü Fred Harvey Harrington bulunuyordu. Hepsi de Beard'ın izinden giden kişilerdi. Harrington'ın daha sonraları hatırladığına göre "Bill, dış politikaya iktisâdi yorum getirmenin savunucusuydu ve bu sûretle şöhret olmuştu. İlk geldiğinde iktisâdi bir anlayışa sahip değildi." "Onu Charles Beard'la besledik ki çalışmasının esasını oluşturur."
Wisconsin Üniversitesi, Madison üzerindeki etkisi hâlâ devam eden ikonik tarihçi Frederick Jackson Turner'ın da akademik yuvasıydı. Diğer pek çokları gibi, Williams'ın öğrenimi de Turner'ın The Significance of the Frontier in American History" (1893) başlıklı makalesiyle şekillenmiştir.
Williams, Turner'ın tezine dış politika açısından yaklaştı. Sınırın kapanması Amerikan gelişiminin ölümü anlamına geliyorsa o hale bekânın gereği, bir denizaşırı hâkimiyet midir? "Amerikan hayatının genişlemeci vasfının artık tamamen sona erdiğini ileri sürecek kişi aceleci bir kahin olmalı" diye yazmıştı Turner. Beş yıl sonra, Amerika İspanya'ya savaş ilan etti, Filipinleri aldı ve Pasifik oyuncusu oldu.
Turner ve Beard fikri çizgisinin kışkırtıcı bir karmasıyla silahlanan Williams, Amerikan dış politika tarihini yeniden yazdı. En dikkat çekeni, The Tragedy of American Diplomacy (1959) başlıklı rahatsız edici eseridir; dış politika seçkinlerinin ve onun özürcülerinin kafesini çatırdattı. Onlar, hiç eleştiri yapmadan, Komünizmin askeri kuşatma altına alınması Amerikan tarihinde yeni ve belki de geçici bir safhadır diye ilan ediyorlarken, Williams karşı çıkmıştı. Herşeyden önce, Monroe Doktrini, uzun zaman önce, Avrupa ideolojilerinin Yeni Dünya'nın özgür politikalarıyla bağdaşmadığına hükmetmiş ve Eski Dünya aristokrasisini "kuşatmayı" teklif etmişti. Tragedy, Henry Luce'un şovence yaptığı Amerikan Yüzyılı çağrısına direndi. Yazarı, ülkesinin yüksek bir mânevi zemine dayandığı iddiasını reddetti ve diplomasisini idealizmin değil iktisatın yönlendirdiğinde ısrar etti. Başka bir ifadeyle, kapitalizmin bitmeyen pazar açlığının uluslararası sahneyi karıştırdığını söyleyen Beard'ın inancını paylaşıyordu. Williams böyle yapmak sûretiyle ülkesinin öz-kimlik algısına cesurca meydan okumuştu. "Tecritçilik" diyordu "Amerika'nın genişleme ve imparatorluk geleneğinden imtina etmektir." Emperyalizm "bir hayat tarzı oldu."
Williams'ın çalışmasına düş kırıklığı hâkimdi. 1945'de – 1989'da olduğu gibi – Amerika'nın karşısına, kendisini küresel hegemon olarak târif etmekten daha başka bir şans çıkmış ve bu şans kaçırılmıştı. Benzer bir hoşnutsuzluk, onun arasıra yazıştığı ve bir kültür eleştirmeni olan Christopher Lasch'ın eserlerinde de görülür. Pulitzer ödüllü gazeteci ve Vietnam savaşı karşıtı Robert Lasch'ın oğlu ve bir Omaha yerlisi olan Christopher, popülist ve ilerlemeci politika geleneğinin olduğu bir dönemde iş yaptı. Liberalizmin açık açık seçkincilik yaptığından ve küçük burjuva kültürünün olumlu niteliklerine - manevi realizmi, herşeyin bir fiyatının olduğu şeklindeki anlayışı, sınırlara saygısı, ilerleme hakkında beslediği şüphecilik- düşüncesizce hasım olduğundan kuşkuluydu. Beard ve Williams'la bağlantı kurmasını sağlayan, bırakınız yapsınlara, tüketim ütopyasına ve Amerika'nın dünyayı yeniden şekillendirmeye hakkı olduğu varsayımına karşı duyduğu bu şüphecilikti.
Lasch, en hırsli kitabı The True and Only Heaven: Progress and Its Critics'de felce uğramış bir Amerikan siyaseti tanımlar. Yeni Düzen (New Deal) liberalleri ve Reagan cumhuriyetçileri daha yüksek bir yaşam standardında ittifak etmişlerdi. Bu ise bölünmüş bir dünyanın işbirliğini gerektiriyordu. Gitgide riskli duran beklentilerdi. "20.yüzyılda edindiğimiz emperyal rekabet tecrübesi, pazarlar uğruna girişilen uluslararası rekabet ve küresel savaşlar, kapitalizmin dünya barışını teşvik edeceğini söyleyen aydınlanma akidesini paylaşmamızı güçleştirmektedir" diye yazmıştı. Ne ki "ilerleme" yanılsaması inat etti.. Amerikalıların 11 Eylül tecrübeleri, küresel izlerinin ekonomik ve askeri yansımalarını ne de az kavradıklarını içeren bir ithamnamedir.
Bir eleştirmenden fazlası olan Lasch – ortabatılı selefleriyle birlikte – ulusun içinde bulunduğu tatsız vaziyete çeşitli tepkiler verdi. Beard, batı yarımküresinin kendi kendine yeterliliğiyle yetinen Amerikan kıtacılığını teklif etmişti; Williams, küresel statüsko olarak, Amerikan Tarzını tesis edip muhafaza etmeye bakan militarist bir dünya görüşünü (weltanschauung) reddetmeyi savundu. Lasch, emperyal-tüketim devletine alternatif bir geleneğin ABD'de bulunduğunu gösterdi. Kurucu neslin Cumhuriyetçi realizmini 19.yüzyılın Popülist ayaklanmasına ve 20.yüzyılın işçi sendikalarına bağlayan tefrik edilebilir bir hat çizdi. Bunlar ve yerli ütopya karşıtlığına ait diğer siyasi, ruhi ve sınıfsal dışavurumlar, bir vatanseverin farklı bir yol ümidini teklif etti der Lasch.
Yine de çok az etkileri oldu. Ulusal gâye, hiçbir zaman gelmeyen barış dolu bin yıl adına, son haçlı seferine yatırım yapmaya devam ediyor. İspanyol-Amerikan savaşı ABD'nin Pasifik'teki rolü hakkında Pearl Harbor'da doruğuna ulaşmış bitmeyen bir tartışma başlatmıştı; Wilson'ın "dünyayı demokrasi için daha güvenli bir yer yapma savaşı" faşizmin ve komünizmin yükselişine katkıda bulundu; II.Dünya Savaşı Sovyetler Birliği ile daha büyük bir kapışmanın kapsamı dâhilinde Asya'da iki büyük savaşa yol verdi. Bu savaşların ikincisi yani Vietnam savaşı, süpergücün aşırı genişlemesine yol açtı fakat en nihayet yeni bir askerileşme turuna katkı sağladı ve G.W.Bush'un ifadesiyle "Vietnam sendromunu tepelemeye" hizmet etti.
Barış hissesi galiba savaş hissesi demek. Askeri-sanayi kompleksi çoğumuzun bildiği tek hayat tarzını teklif ediyor. Sadece Amerikan kimliğini değil kaderini de tanımlamaya başladı artık.
Ancak ulus olarak ödediğimiz bedel çok yükseldi. Bir trilyon dolarlık savaş bütçesi ve ilan edilmemiş bir dizi savaş Cumhuriyeti tehdit ediyor. Kanunları uygulamakla yükümlü kurumlara telefonları ve eposta iletişimini izleme, vatandaşların tıbbi ve mâli kayıtlarını inceleme izni veren bir güvenlik devleti, koruduğunu iddia ettiği özgürlükleri tehlikeye atmaktadır.
Geriye doğru bakıp Beard, Williams veya Lasch'ın yeni terör yüzyılımız hakkında neler söyleyebileceğini düşündüğümüzde akla birkaç fikir geliyor. Amerikalılar durup, ilerlemeyi nasıl tarif ettiklerini şöyle bir sorgularlarsa iyi yaparlar; yaşam standardını materyalizm standardıyla karıştırmaya bir son verirlerise; yönetimin, onların adına yürüttüğü politikalardan yine hükümeti mesul tutarlarsa; kalıcı savaş ekonomisine son verilmesi çağrısını yaparlarsa; uluslarının hipergüç çerçevesi dışında serpileceğine olan inançlarını ispatlarlarsa iyi yaparlar. Cumhuriyet cevabımızı bekliyor.
Mahvoluşa giden bu yola iyi niyetle daha önce de girmiştik üstelik. Mikail Gorbaçev bundan yirmi yıl önce, Soğuk Savaş'ın ölmekte olduğu günlerde "dünya bir çağı geride bırakıp ötekine giriyor, kalıcı ve barışçıl bir döneme uzanan yolun başındayız"diye muhteşem bir şekilde ilan etmişti. "Mucize yılın", 1989'un boş beklentilerini ve tutulmayan vaatlerini böyle kaydetti gelecek nesiller. Yıldönümü kutlu olsun.
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın