Resmi söyleme göre ayrım yapılmaksızın herkesin eşit sayıldığı Türkiye'de, fiiliyatta bazı etnik grup ve dini azınlıklar ikinci sınıf vatandaş. Türk, Müslüman ve Sünni olmak üzerine mitolojik bir 'norm' söz konusu. Ayrılıkçılık paranoyasına dair travma kolektif hafızaya işlemiş durumda

'Ne mutlu Türküm diyene!' Mustafa Kemal'in söylediği sloganlardan. Peki ama Türkiye'de kimler bu 'mutluluğa' gerçekten erebiliyor? Resmi söyleme bakacak olursanız ırk ve inanç ayrımı gözetmeden bu topraklar üzerinde bulunan herkes buna kadir. Fiiliyattaysa dini azınlıkların üyeleri ve bazı etnik gruplar ikinci sınıf vatandaş konumunda. Hıristiyan nüfustan geriye kalanlar (Rumlar, Ermeniler veya Süryaniler), 15 milyon Kürt ve bunun yanında 10 milyon Alevi Müslüman sürekli olumsuzluklara maruz kalıyor. Cumhuriyetin kurulmasından 84 yıl sonra bile nüfusun bir bölümü hâlâ ulusal birliğe yönelik tehdit olarak değerlendiriliyor. Zira kolektif bilinçte 'Türk olmanın mutluluğu' toprağa atıfla belirlenmiyor, dinle örtüşen etnik bir tanıma denk geliyor.

Değişim pusulayı şaşırttı
Mahkemelerde birbirini izleyen davalar, 'dahili düşmanlara', 'Türk olmayanlara' karşı girişilen saldırılar, hatta cinayetler ortamın gerginliğine işaret ediyor. İtalyan rahip Andrea Santoro ve ardından Ermeni gazeteci Hrant Dink öldürüldü. Malatya'da üç misyoner katledildi. Daha yakın bir tarihte, 16 Aralık'ta bir başka İtalyan rahip Adriano Francini İzmir'de bıçaklandı ve ağır yaralandı. Bunların dışında PKK karşıtı dalgayla harekete geçen aşırı sağcı gruplar İstanbul ve Bursa'da Kürtlere karşı cezalandırıcı eylemlere girişti. Aşırı milliyetçi fikirlerle aşılanmış gençler Türk kanı adına bir dizi ırkçı suça imza attı.

Bunlar Türkiye'nin tarihinde daha önce de benzeri yaşanmış olaylar. Mesela 1955'te Kıbrıs krizinin zirveye ulaştığı dönemde, Selanik'te Atatürk'ün doğduğu eve saldırı düzenlendiği söylentileri '6 Eylül olayları'na sebep olmuştu. İstanbul'da Rumların işlettiği dükkânları güruh yağmalarken, Yahudi ve Ermenilerin dükkânları da aynı şeye maruz kaldı.
Hrant Dink aynı zamanda saptırılan sözleri yüzünden hedef alındı; önce milliyetçi basın, sonrasında mahkemeler ve son olarak da 17 yaşındaki katil zanlısı O. S. tarafından. Cinayetin ardından yaşananlar semptomatik nitelikte: Soruşturma perde arkasındakilere kadar uzanamadı. Devlet aygıtının üst mevkilerindeki suç ortakları gizli kaldı. Daha ciddisi O. S. halk kahramanına dönüştü. Futbol tribünleri adını bağırdı. Kendisini tutuklamakla görevli jandarmalarsa ellerine Türk bayrağını alan O. S.'la birlikte fotoğraf çektirdi. Duruşma günüyse sanıklar mahkemeye Türk neofaşistlerinin fetiş sloganı 'Ya sev ya terk et!' yazılı bir yapıştırmayla süslenmiş askeri araçla getirildi.
Söz konusu ırkçılık Türkiye'nin kimlik gerilimlerine her maruz kalışında yeniden beliriyor. Yerel ekonomi 2001'ten itibaren giderek artan bir biçimde küreselleşmeyle bütünleşti. 2004'teyse Ankara AB'yle uzun ve zorlu katılım müzakerelerine başladı. Birden gelen değişim pusulaların şaşmasına ve 'ulusalcılığın' yükselişine yol açtı.

Sevr sendromu ayakta tutuluyor
En başta ordu olmak üzere muhafazakâr Kemalistler, demokratik reformlara ve bu yeni ortamın getirdiği tarihsel içe bakışa ellerinden geldikçe karşı koyuyor. Milliyetçi tahayyüllere göre bugünün Batılı güçleri aslında dünün emperyalistleri. Osmanlı İmparatorluğu'nu dize getiren bu güçler gizli planlarını koruyor ve azınlıkların yardımıyla ulusu bölmek için planlar yapıyorlar. Türkiye'nin sınırları Kürt, Rum veya Ermeni bölücülüğü yüzünden tehdit altında. Oysa Irak Kürdistanı'ndaki üsleri Türk ordusunca bombalanan PKK, 1999'dan beri tüm ayrılıkçı niyetlerini bırakmış durumda ve tasdikli bir bölgesel güç konumundaki Türkiye'nin sınırları tartışma konusu olmaktan uzak. Ancak burada paranoya çimento vazifesi görüyor. Söz konusu travma kolektif hafızaya iyice sinmiş durumda.

Siyasetbilimci Baskın Oran, bahsettiğimiz toprak bütünlüğü takıntısını 'Sevr sendromu' diye niteliyor ki, Sevr 1920 yılında imzalanan ve Osmanlı'nın dağılmasını içeren anlaşma. Bu noktada kriz zamanı ortaya çıkan bağdaştırmalara göz atmak gayet ilginç olacaktır, zira Malatya'daki cinayetlerin öncesinde yerel basın kurban misyonerleri PKK terörüne destek vermekle suçlayarak aleyhlerine kampanya yürütmüştü. Aynı tür suçlamalar sık sık Ermenilere ve 'Siyonistlere' karşı da yöneltiliyor.

Bürokrasi Sünni olmayana engel
Göze batan cinayetlerin ötesinde azınlıklara yönelik şiddet kurumsal şekiller gösteriyor. 1923 tarihli Lozan anlaşmasınca 'korundukları' kabul edilen 'gayrimüslim' azınlıklar mesela üst düzey kamu görevlerine erişmekte sınırlamalarla karşılaşıyor. Dini vakıflara ait yüzlerce gayrimenkul yasalarla devlet tarafından gasp edildi. Bu duruma son verecek bir yasa AB tarafından şiddetle talep edilmesine rağmen yine bürokrasiye takılınıyor.
Genellikle Sünni olan Kürtlerle ilgili ihtilaf külterel, dilsel ve siyasi haklar üzerine. Alevi Müslümanların özgürlükleri de Brüksel'in talep listesinde. İslam'ın bu mistik ve liberal kolunu benimseyenler, camiler ve imamların giderlerinin devletçe karşılandığını ama kendi ibadet mekânları olan cemevlerinin kamu tarafından finanse edilmesinin reddedildiğine tanık oluyor. Ayrıca Alevi öğrenciler sadece Sünni İslam'ın öğretildiği zorunlu din derslerine katılmak mecburiyetinde kalıyor. Bu durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce de haksız bulunmuş bir anormallik.

Anadolu kültürleri anlatılmıyor
Azınlık cemaatleri sözüm ona 'birörnek' bir çekirdeğe kıyasla dışlanmakta. Neredeyse mitolojik bir 'norm' söz konusu; Türk, Müslüman ve Sünni olmak üzerine. Oysa Türkiye Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'dan göçmüş halkların oluşturduğu bir mozaik, kolektif olarak melezleşmiş bir ülke. Resmi ideolojiyse hep farklılıkları silmek için çalışıyor.
Söz konusu asimilasyon sadece Kürtlere dokunmuyor. Her nüfus sayımında yapılan etnik sayımın sonuçları 1965'ten beri bilinmiyor. Kültürel ayıklama aynı zamanda isimlerden mutfağa, hayvan türlerinin adlarından mimariye kadar uzanmakta. Okul müfredatı etnik bir anlayışla Türklerin ataları Hunların tarihine epey yer veriyor. Ancak daha öncesinde Anadolu'da bulunan kültürler hakkında tek bir laf etmiyor. Arkadaşı Baskın Oran gibi Hrant Dink'in isteği de Türkiye'nin paradigma değiştirmesi ve 'Türk' yerine 'Ne mutlu Türkiyeliyim diyene!' denilmesiydi.

Kaynak: Radikal