Berlin Duvarı’nın 1989’da çöküşünden bu yana dönüştürücü dört olay küresel muhiti kalıcı olarak şekillendirdi. Duvarın yıkılışından iki yıl sonra Sovyet İmparatorluğu çöktüğünde, sağ kalan tek süpergüç olarak zâtı kendinden menkul küresel liderliğinin sunduğu jeopolitik genişleme fırsatını ele geçirmek sûretiyle Amerikan emperyal projesinin zaferci takibi için yollar açıldı.
Dünya düzenindeki bu ilk kırılma, küresel siyasi karar alıcı meşâlesinin Dünya Ekonomik Forumu adı altında her yıl buluşan Davos oligarklarına verilmesiyle, devlet gücünün kısmen ve geçici olarak gölgede kaldığı on yıllık bir neoliberal küreselleşme üretti. Bu anlamda, Amerikan yönetimi, yırtıcı küreselleşmenin yüksek ianeli şerifiydi; bu esnada siyasetin gündemi bankacılar ve küresel şirket yöneticileri tarafından belirlendi. Teşhis her daim bu yönde yapılmıyor ama 1990’lar devlet dışı aktörlerin yükselişinin, devlet merkezli jeopolitiğin ise çöküşünün ilk bulgularını vermiştir.
İkinci kırılma 11 Eylül’le birlikte yaşandı ancak gelgelelim bu olayların tevili yapıldı. Saldırıların etkisi, siyasi karar yetkisini “terörle savaş”, “küresel güvenlik” ve “uzun savaş” başlıkları altında ABD’ye, bir devlet aktörüne, geri verdi. 11 Eylül’e cevap olarak girişilen terörle mücadele, bir Bush Doktrini olan “önleyici savaş” başlatma iddialarının ortaya atılmasına yol açtı. BM Güvenlik Konseyi’nin Amerikan savaş planlarına destek vermeyi reddetmesine rağmen 2003 yılı Mart ayında Irak’a karşı “Şok ve Dehşet” harekâtı başlatılarak militarist dış politika uygulamaya konuldu.
Bu ikinci kırılma tüm dünyayı potansiyel bir muharebe alanına çevirdi; BM’nin yetkilendirmesi veya uluslararası hukuka riayet söz konusu olmaksızın, ABD açık ve örtük çeşitli askeri ve paramiliter operasyonlar yürüttü.
Seçici egemenlik
Liberal uluslararası düzenin uğradığı bu aksama bir yana, 11 Eylül’e cevap modelinde, kürenin güneyindeki devletlerin egemen haklarını ve – terör zanlılarına işkence yapmak, “zanlıları ABD dışında sorgulamak” ve ABD’ye hasım addedilen kişilerin tutuklu bulunduğu ve mutad olarak hak ihlallerine mâruz kaldıkları “kara bölgeler” hazırlamak sûretiyle - temel insan haklarını ihlal eden pek çok Avrupa ve Ortadoğu devletinin suç ortaklığını göz ardı etmek de vardır.
Dalından bir kez koparıldığında pek çok fayda sunacak olan aşağı sarkmış meyve diye tasvir edilen Irak’tan başlayarak Ortadoğu’da rejim değişikliğini vurgulayıp saldırı öncesi stratejilerini yürürlüğe koymak üzere Bush başkanlığında iktidara tırmanan neocon ideologlar 11 Eylül’e verilecek cevabı kaçırmadılar.
Askeri üsler, düşük enerji fiyatları, petrol arzını ve bölgesel hegemonyayı güvenceye almak ve İsrail’in bölgesel amaçlarını desteklemek de bu işin içindedir.
Üçüncü kırılma, 2008’de başlayan, işsizliğin artmasını, hayat standartlarının düşmesini ve başta gıda ve yakıt olmak üzere temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının tırmanmasına yol açan küresel ekonomik gerilemedir. Bu gelişmeler, eşitsizliği, büyük ihlalleri ve neoliberal küreselleşmenin kusurlarını gözler önüne serdi fakat pazar ihlallerinden sakınmak veya hatta pazarların dönemsel çöküşlerinin önünü almak için olsun ekonomik büyümeden gelen nimetlerin böylesine eşitsiz dağılımını azaltmaya ayarlı düzenlemeler gene de yapılmadı.
Dünya kapitalizminin derinleşen bu krizine henüz hitap edilmiş değil ve alternatif vizyonlar, hatta Keynesçi yaklaşımın diriltilmesi bile öyle pek siyasi destek bulmuyor. Bu kriz, büyük sorunları halletmek için çeşitli ulusal imkân ve kabiliyetlerin yol açtığı inişli çıkışlı streslere karşı Avrupa Birliği’nin savunmasız olduğunu da ifşa etmiştir. Küresel ısınmanın zuhuru ve yaptığı etkiler, ekonomik kaygıları karmaşıklaştırmış ve yoğunlaştırmıştır.
Küresel yönetimdeki dördüncü bir kırılma, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da durulmayan kargaşayla ilişkilidir. Tunus’ta başlayan halk ayaklanmaları bölgenin diğer yerlerinde – özellikle Mısır’da - çıkan yangınların kıvılcımını çaktı. Müesses nizâma karşı bu sıradışı meydan okumalar, tahammül edilemez bir maddi yoksunluğa, çaresizlik ve yabancılaşmaya, seçkinlerin yozlaşmasına ve merhametsiz baskıya katlanan sıradan insanların bilhassa da bu Arap ülkelerindeki gençliğin cesaret ve azmini küresel siyasi şuura göz alıcı şekilde nakşetti.
Statüskoya direnmek
Arap dünyasındaki değişim hareketlerinin semeresi henüz mâlum değil ve yıllar almayacaksa da gelecek aylar içinde hemen belli olmayacak. Eski baskıcı ve sömürücü düzende köklü çıkarları olanların eski şartları mümkün olan azami derecede iade etmeye yahut en azından kurtarabildiklerini kurtarmaya baktıkları kesindir. Bu yüzden, olay yerindeki – ve dünyadaki – destekçilerinin rehavete kapılmaması can alıcı önem-i haizdir.
Bu bakımdan, nefret edilen tek bir şahsiyetin - mesela Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali’nin, Mısır’da Mübarek’in – veya onların maiyetindekilerin tasfiye edilmesiyle dönüştürücü ve özgürleştirici sonuçların hâsıl olabileceğini düşünmek safça bir hata olacaktır. Sürdürülebilir, önemli değişimler yeni bir siyasi yapıyı, serbest ve âdil seçimlerin yapılmasını ve halk katılımı için yeterli fırsatları sağlayacak yeni bir süreci talep eder. Gerçek demokrasi hem aslî hem de usûlî olmalı - temel ihtiyaçları gözeten, düzgün bir iş sağlayan ve taciz eden değil de koruyan bir kolluk gücü dâhil – halka insan güvenliği sunmalıdır. Aksi takdirde, değişimler yalnızca devrimci anı başka bir güne tehir eder ve çekilen acılar tekrarlanır.
Basitçe söylemek gerekirse, çözülmeden duran şey, bölge halkı ile otokratik ve neoliberal yönelimleri olan devlet gücü arasındaki karşılaşmanın sonucu ve onun asli doğasıdır. Bu sonuç/semere, insan haklarına dayalı sahih demokrasiyi ve halkın ihtiyaçlarını sermayenin emellerine önceleyen bir ekonomik düzen getirerek dönüştürücü olacak mı? Eğer böyle olursa, “Mısır Devrimi’nden” ,”Tunus Devrimi’nden” – ve belki bölgede ve başka yerlerde gerçekleşecek olan diğerlerinden - söz etmek uygundur; nitekim 1979’da İran’da alınan semereyi İran Devrimi olarak tanımlamak uygundu.
Bu bakış açısından, devrimci sonuçlar eski düzeni toplumdan defetmenin ötesinde ille de hayırlı akıbetlere yol açmayabilir. İran’da, farklı ideolojik temele dayanan baskıcı yeni bir rejim ortaya çıktı ve kendisine Yeşil Devrim diyen bir halk hareketi 2009 seçimlerinde rejime meydan okudu. “Devrim” kelimesinin şimdiye kadarki kullanımı, olay yerindeki gerçeklere gönderme yapmaktan ziyade umutları ifade etmiştir.
İran’da vuku bulan – Çin devletinin 1989’da Tiananmen Meydanı’nda tasmasını çözdüğü şiddetli saldırı da böyle görünüyor- “bir karşı devrimdi” - eski düzenin iadesi ve iktidara meydan okumaya iştirak ettiği tespit edilenlere sistematik baskıydı. Doğrusu, kullanılan kelimeler yanıltıcı olabilir. Yeşil Devrim’in çoğu takipçisinin peşinde olduğu bir devrim değil reformdu; personel, politika değişiklikleri ve insan haklarının korunmasıydı yoksa yapıya yahut İslam Cumhuriyeti anayasasına meydan okumak değildi.
Reform ve karşı devrim karşı karşıya
Mısır’daki bu hareketin yeterince birlik olup olmadığı veya Mübarek’ten kurtulmanın ötesinde, amaçlar hakkında insicamlı bir vizyonu yansıtıp yansıtmadığı şu an belli değil. Devletin ayaklanmayı bastırmak ve hatta medya haberlerine müdahale etmekten gayrı tepkisi en fazla reform vaatleridir: Daha âdil ve daha serbest seçimler ve insan haklarına saygı.
Eski rejimle yakın bağları olan, Washington’ın şevkle desteklemesi muhtemel geçici liderlerin nezaretinde “düzenli geçişten” neyin kastedildiği ve düzenli geçiş sırasında nelerin olacağı halen bilinmiyor. Kozmetik bir reform gündemi karşı devrim politikasını gizleyecek mi? Veya ayaklanmış bir halkın devrimci beklentileri, reformcuların teskin edici çabalarına galebe çalmak üzere öne çıkacak mı? Yahut halkı tatmin etmek amacıyla demokrasi ve sosyal adalet yönünde yeterince hırslı değişimleri yürürlüğe koyacak - seçkinlerin ve bürokratların desteklediği - gerçek bir reform vekilliği olabilir mi acaba?
Bu değişim dinamiğini tecrübe eden çeşitli ülkelerde neticenin aynı veya benzer olacağının teminatı – yahut ihtimali - yok elbet. “Reformların” gerçekleştiği yerlerde bazıları “devrim” yapıldığını düşünecek ve “karşı devrimin “ en mütevazı reform vaatlerinden bile dönülmesine neden olabileceğini çok az kişi kabullenecektir.
Riskte olan şey ise, tüm bir Arap dünyasında - ve belki diğer bölgelerde - beliren ve şekillenen self-determinasyondur, ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sömürge düzeninin çöküşünden beri hiç olmamıştı.
Bu dinamiklerin bölgesel gündemi nasıl etkileyeceği bu safhada belli değil ama İsrail-Filistin çatışmasının asla eskisi olmayacağını varsaymak için her neden var. Türkiye veya İran gibi önemli bölgesel ülkelerin nüfuzlarını tasarruf edip etmeyecekleri de belli değil. Ve bir de odada resmi bir varlık göstermeyen filin hareketleri bir süre karışımın iyi ya da kötü hayâti bir unsuru olacaktır.
Kaynak: el Cezire
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı