Rusya, yüzölçümü 17 milyon kilometrekareyi geçen, Batı'yla Doğu arasında kalan, Batısı homojen ama doğusu yakın ve uzak olmak üzere ikiye ayrılan bin ülkedir. Bu bölümleme, Batılılara ait olan ancak Sovyetler Birliği Histografyasının benimsediği ve bugünkü Rusya'nın da herhangi bir değişiklik yapmadan sürdürdüğü bir taksimdir.

Garip olan şu ki, Rusya açısından şu an Uzak Doğu olarak nitelendirilen bölge, aslında tam olarak böyle değildir. Gerçekte bu Uzak Doğu, Rusya'ya herhangi bir Doğu'dan daha yakındır. Rusya, bu Uzak Doğunun bütün ülkenin üçte birinden fazlasına denk gelen büyük bir bölümüne, yani yaklaşık 6 milyon kilometrekaresine sahiptir. Buna rağmen Moskova, bütün bu bölgeyi Uzak Doğu olarak isimlendirmektedir. Bu bölgenin bütün günahı, zenginliğinin büyük bir bölümünü –Rusya elmasının %90'ı altınının ise %50'sini- devşirmekte zerre tereddüt etmeyen merkez Moskova'dan uzak kalmasıdır.

Öte yandan Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra durum değişmemiş, aslında dünyada çok daha fazla kullanılan Orta Doğu isimlendirmesi yerini Yakın Doğu'ya bırakmıştır. Orta Doğu sadece isimlendirme olarak değil aynı zamanda çıkarlar düzeyinde de mevcut bulunmaktadır. Ortadoğu'da Şu an yaşanan olaylar, Rusya'yı Kremlin'in istemediği tarzda etkileyecektir. Moskova, Rusya'da "istikrarı" sarsmak için çok çaba sarf eden Batı'nın karşısına, siyaset ve söylem düzeyinde aynı düşmanlık derecesine sahip bir muadil (Ortadoğu ülkelerini) getirmiştir. Bu, Moskova'nın o bölgede göstereceği her türlü başarıya engel olacağı ve arkasında saklanacağı bir perdeden başka bir şey değildir. Hatta liberal Rus muhalefetine bile, Batı'yla birlikte Rusya'ya karşı bir komplo suçu yapıştırılmış ve bu nedenle liberaller seçimlerde %1'in altına düşmüştür.

Ancak bu tarihi birikim, Yakın Doğu ve bu bölge üzerinde etkili olan ülkeler açısından (öncelikli olarak bu, Türkiye, İran ve Arap dünyasıdır) işe yaramaz. Sovyetler Birliği, bu ülkelerin ve komşularının bağımsız bir ekseni temsil etmemeleri nedeniyle kendi döneminde, Rusya, Türkiye ve İran'la olan tarihi düşmanlıklarına format atmıştır. Bu nedenle söz konusu ülkelerden gelecek bir takım (varsa eğer) tehditlerin basitçe, tıpkı Batı'ya karşı yapıldığı gibi düşmanlığın kışkırtılarak savuşturulmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır.

Avrupa ile ilgili sloganların üretilmesine rağmen Rusya'nın Batı'yla olan mücadelesi devam etmektedir. Rusya'nın kendi içinde Doğu ve Batı diye ikiye bölünmesi, felsefeden siyasete kadar, her şeyde ortaya çıkan bir durumdur." Yönetim ve çelişkileri"nde doğulu, ekonomide ise Batılı... İki bölge arasında iletişimi mümkün kılan tek köprü, yolsuzluktur.

Buradaki doğulu nitelemesi, içeriğini Doğu ülkelerinin bile vazgeçmeye başladığı Doğu despotizminden almaktadır. Ancak, Rusya, Sovyet yapısının ana unsuru olmayan Baltık ülkeleri hariç, halen eski Sovyet Bloğu ülkelerini koruma güdüsüyle hareket etmektedir.

Yakın Doğu'nun, aslında Rusya'nın rahatsız da olduğu bir dizi gelişmelerin sergilendiği bir sahne haline geldiğini söyleyebiliriz. Zira bu tür olaylar, Rusya içinde de etkisi olan hareketlenmelerdir. En önemlilerini saymak gerekirse: AK Parti'nin yönetimdeki istikrarı ve bölgesel olarak parlaması, İran nükleer enerji dosyasının zorlu bir aşamaya girmesi, ve ayrıca Arap Baharı süreci..Bütün bu gelişmeler, Vladimir Putin'in ilk dönemindeki mevcut durumu bir derece sarsmıştı, şimdi ise  bunun etkilerine ve zorlamalarına göğüs germesi gerekiyor.

Rusya ile Türkiye arasındaki tarihi boyut: Ecdadın yaptıkları

Türk-Rus ilişkilerinin tarihi, savaş dışında başka bir ilişki biçiminin iki ülke arasında gelişmesine izin vermemiştir. Kimi iki ülke arasında 13 savaş sayarken kimi bu rakamı azaltmakta ya da çoğaltmaktadır. Bu savaşlar, 16. yüzyılın sonlarında başlamış Kafkas cephesi olarak bilinen Sovyetler Birliği öncesi dönemde durmuştur. İki taraf arasındaki düşmanlık tamamen ortadan kalkmış değil, aksine soğuk savaş  döneminde, özellikle Türkiye'nin  NATO ile Varşova arasında mücadelede önemli bir halka olacak şekilde NATO'ya katılması ve İncirlik üssünü topraklarında kurmasına izin vermesi bu düşmanlığın daha da net hale geldiğini ancak henüz daha bağımsız bir aktivite göstermediğini ortaya koyuyor.

Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Türkiye Rus turistlerin uğrak yeri haline gelmiş ve iki ülke arasındaki ticaret hacmi zirvesine çıkmıştır. Ancak Ankara ile Moskova arasındaki siyasi rekabet, özellikle Kafkasya üzerinden yeniden su yüzüne çıkmıştır. Vladimir Putin'in Rusya'da iktidara gelişinin, hemen hemen Recep Tayip Erdoğan'ın yıldızının parlamasıyla  aynı döneme denk gelmesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler, daha pragmatik bir özellik kazanmıştır. Erdoğan ve partisi ise demokratik kazanımları korumuş ve ilerletmiş, Türk ekonomisi başarısını yüksek büyüme oranlarıyla ülke tarihinde şu ana kadar görülmemiş bir noktaya taşımışlardır. Halbuki Birleşik Rusya Partisi'nin bunun tam tersini yaptığını görüyoruz. Parti, Boris Yeltsin'in demokratikleşme politikalarını bıraktığı yerden sürdürmek yerine daha da azaltma yönüne gitmiş, bu dönemde Rus ekonomisi, yıllardır girmiş olduğu ekonomik durgunluktan kurtulamamış, ham petrolü ihracına dayalı bir ekonomik yapıyı sürdürmüştür.

Bazılarının Erdoğan ve arkadaşlarını Yeni Osmanlılar olarak nitelemesi kulağa hoş gelmektedir, gerçekte Türkiye'nin Yakındoğu'daki rolünün etkinlik kazanmasıyla birlikte Rus stratejistler, Rus-Osmanlı savaşlarıyla ilgili tarihi kayıtları yeniden gözden geçirmeye ve incelemeye başlamıştır. Rusya şimdi çekim merkezi haline gelen Türkiye örneği karşısında ağırlıklara كوابح  ihtiyacı vardır ki şu an İran dışında bölgede Türkiye'yi dengeleyecek başka bir ülke yoktur. Türkiye –güçlü bir İran olmaksızın- çok daha kuvvetli olacak ve gelecekte de gücü artacaktır. Kuzey ve Güney Kafkasya da dahil olmak üzere Türkiye'nin etkili olmadığı bir yer kalmayacaktır. 2008 yılında Gürcistan'la Rusya arasında yaşanan Kafkas savaşından sonra Moskova'yı yıllardan bu yana ilk kez ziyaret eden lider, Erdoğan'dır. Her ne kadar onun Rusya ziyaretinin sonuçlarına ilişkin çok az şey bilinse de analizciler, iki taraf arasındaki işbirliğinin kaçınılmaz olduğunun hatırlatıldığını belirterek, bölgedeki kırmızı ve yeşil çizgilerin çizildiğini belirtiyorlar.

Erdoğan örneğinin, Tunus gibi Arap Baharı yaşayan ve seçim sonuçlarının Türkiye'ye benzer bir durum ortaya çıkardığı Arap ülkelerinde çokça dile getirildiğini görüyoruz. Ayrıca Türkiye Rus muhayyilesinde Arap dünyasıyla birlikte anılan bir ülkedir. Zira Araplar, Osmanlı döneminde, hilafet bayrağı altında Türklerle birlikte yer almışlardır, dolayısıyla müstakbel Arap yöneticileriyle Ankara arasındaki bir uyum, Moskova'yı rahatsız edecektir. Ruslar, Türkiye'nin kendilerine karşı o dönem Osmanlı İmparatorluğu tebası olan Arapları, Kuzey Afrika'dan Arap doğusunun en uç noktasına kadar kendisine karşı savaşta cepheye sürdüğünü hatırlarlar. Burada Osmanlıların surlarında gedik açmaya dönük azimlerinin, Rusları 1772 yılında Beyrut'ta nüfuz sahibi olmalarına kadar götürdüğünü hatırlatmak yeterlidir. Ruslar, Türklerin Arap Baharı'na ilgi göstermesinin ve Batı'yla uyumlu ilişkilere sahip olmasının onu daha güçlü ve nüfuzlu yapacağını, enerji konusunda gösterilecek herhangi bir işbirliğinin Türkiye'nin kendi şartlarını dayatmasına neden olacağını, ayrıca kendi topraklarından Rus topraklarına yakın bir yerden geçen Nabako hattıyla Rusya'nın tamamlamaya çalıştığı güney hattı arasında istediği gibi bir seçim yapmasında kendisine büyük bir özgürlük tanıyacağını biliyor.

Moskova, enerji konusunda ciddi kozları hala elinde tutuyor. Türkmenistan'la doğal gaz ihracatı konusunda anlaşmalar yapmış durumda. İran'la Batı arasındaki düşmanlık, Nabako hattından İran gazının geçmesini şu an için imkansız kılmakta. Bu durum, dünya enerji piyasasında Moskova'nın elini rahatlatacaktır. Ancak bu durum, özellikle de Türkiye, bazı Doğu Asya ülkelerini Nabako projesine çekmeyi başarması durumunda, gaz ve petrol alanında halkanın en zayıf noktasından kırılmasına müsait bir ortam meydana getiriyor. O taktirde Moskova, stratejik silahının yani doğal gazının etkinliğini yitirdiğini hissetmeye başlayacak.

Şu ana kadar diplomasisinde diyalektik bir mantıkla hareket eden Moskova, Ankara'nın karşısına Tahran'ı yerleştiriyor. Birbirine denk bölgesel güç olan iki ülke, Rus jeo-stratejik haritasında birbirleriyle çatıştıkları sürece Rusya'yı bir derece rahatlatıyor.

Tepkisel İran ve görevi

Rus-İran ilişkilerini anlatırken çok az konuşulan tarihi bir olay var. Bu olay, şu anki stratejisinin neyin üzerine kurulu olduğunun anlaşılamadığı bu ilişkinin bilinmeyen ve şaşkınlık uyandıran yönlerini açıklamaya yeterlidir.

İkinci dünya savaşının başlarında Stalin Rusyasıyla Nazi Almanyası arasında İran'ın Sovyet dinamik alanı içerisinde olacağına dair, zımni bir anlaşma yapıldı. Zira, Hitler İran'a pek önem vermiyordu. Bunu gören Jozef Stalin, Rus Kayzerlerinin sıcak denizlere inme hayalini kurmaya başladı.

Ancak Almanların Sovyet topraklarına aniden saldırması, kağıtların yeniden karıştırılarak bu kez Stalin'in Churcill ile İran'ı birlikte işgal etmek üzere ayrı bir anlaşma yapmasına neden oldu. Birinci amaç, petrol kuyularına ulaşmak isteyen Hitler'in hırslarına gem vurmaktı. Bundan daha az önemli olmayan ikinci amaç ise Hitler'le Şah arasında meydana gelmesi muhtemel bir paktın önünü kesmekti. (Ahmedinecad bu işgalin meydana getirdiği zararları tazmin etmek için bir komisyon oluşturdu). Bu emperyalist plan çerçevesinde, İngiltere'nin İran'ın Batısını, Rusya da Doğusunu işgal etmesini öngören bir anlaşma imzaladılar. Operasyon 1948 yılında başarıyla ve kolaylıkla tamamlandı, Şah Rıza Pehlevi de sürgüne gönderildi.

Bugün Rusya, İran'ı ne tek başına ne de bir takım ülkelerle birlikte işgal etme gibi bir plana sahip. Kesinlikle mevcut durumun sürmesini istiyor, gerekli olmayan herhangi bir savaşın onun lehine olmayacağının farkında. İran'ı ne müttefiki sayıyor ne de düşmanı olarak görüyor. Bir yandan ilişkilerini sürdürmeye can atarken diğer taraftan da iki ülke arasındaki işlerin uluslararası siyaset arenasının kurallarına göre işlemesini arzuluyor. Moskova örneğin, Buşehr Nükleer Santrali'yle ilgili verdiği tarihlere riayet etmeyip açılışını yıllarca ertelerken öte yandan da İran'la imzaladığı askeri anlaşmalara da uymuyor.

İran ve Rusya'yı siyasi inanç düzeyinde buluşturan herhangi bir değer yok. Aralarında yüksek bir ticaret hacmi de mevcut değil. Ancak her ikisi Batı hegemonyasıyla İran'ın arzularının orta yerinde, sıcak konuların kesiştiği yerde buluşuyor. Avrupa'da kurulması planlanan füze kalkanı ile İran'ın nükleer dosyası iç içe girmiş durumda. Burada genellikle bu dosyalar arasındaki gerilim, Moskova'nın uluslararası duygulara yatırım yapmasına ve başka uluslararası eklemler üzerinde baskı yapmasına izin verecek şekilde rehabilite ediliyor.

Savaş ya da başka bir şekilde İran'ın nükleer meselesinin nihai olarak çözüldüğünü, Amerika'nın da bu konudaki taleplerini artık rafa kaldırdığını, İsrail'in bütün tehditlerinden vazgeçtiğini, Avrupa'nın da İran'ın yöntemini kabul ettiğini varsaysak, Rusya ne kazanır ne kaybeder? Bu durumda Moskova, Batı ile İran arasında oynamayı istediği köprü görevini ve bununla birlikte her iki tarafı hem Tahran'ı hem de Batı'yı kaybeder. Bunun anlamı Tahran'ın Rusya'nın arabuluculuğuna ihtiyaç duymaksızın Batılı ülke başkentleriyle doğrudan irtibat kurabilmesi demektir. İran'ın güçlü bir devlet olarak kalması durumunda Kremlin, hiçbir şey kazanmaz, hatta İran'ın çevre ülkelere ve hatta kendi vatandaşlarına etkisine direnebilmek için bin bir türlü hesap yapmak zorunda kalır.

İran'ın güç kaybetmesi durumunda ise Rusya, İran gibi bir rakibi olmadan Türkiye'nin bölgedeki siyaset sahnesinde rolünün giderek güçleneceğini,bunun da kendisini Türkiye ile baş başa kalmasına yol açacağını biliyor. Moskova'ya ilişmeyi önleyecek Türkiye'nin başka bir güçle çekişmesi ve rekabeti söz konusu olmaz. Bu yüzden, kim Moskova'nın İran'ın nükleer meselesini bir kerede ve ebediyete kadar çözümlenmesini istediğini söylüyorsa o kişi yalan söylüyordur. Rusya gerçekte soğuk savaş yatağında mışıl mışıl uyumaktadır. Zira Rusya, soğuk savaşa değil belki ama bazı kronikleşmiş sorunları sıcak tutmaya muhtaçtır.

Kısacası: Başkalarına meydan okuyan İran'ın reaksiyonu tükenirse eşitlik bozulacak, Yakın Doğu'daki mevcut tepkime hali duracak, bu durumda Rusya kendisini yeni denklemler arama zorunda hissedecektir.

Arap Baharı ve komplo teorisi

Rus Başbakanı Dimitri Medvedev, bir keresinde Arap ülkelerindeki olaylarla ilgili ne düşündüğü sorulduğunda şunları söylemişti: "Bu konu, Rusya'yı da yakından ilgilendirmesi nedeniyle son derece hassas bir mesele." Rus lideri burada tam olarak söylediği şeyi kastediyor. Mesele, birinci derecede çöken rejimler meselesi değil, asıl mesele bu Baharın sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmamasından duyulan korku.

Rus siyasi düşüncesi kişiselleştirme hastalığına müpteladır, genellikle Hegelyen mantık üzerine kuruludur. Yani uluslararası siyaseti somutlaştırır ve doğru olup olmadığına bakmaksızın hareketinin yönünü ve çalışma metodunu belirler. Bir başka ifadeyle, "Önemli olan sistemdir, herhangi bir olay bu sistemin dışına çıkarsa, Allah onun belasını versin!". Ancak Arap Baharı'na bu mantıkla yaklaşmadı Rusya, zira olayı herhangi bir sistem dahilinde çözmesi mümkün değildi.

Şu an Moskova, içerde komplo teorisini işliyor, medya mekanizmasını da Batı ile Siyasi İslam arasındaki bir komplodan bahsetmeye teşvik ediyor. Medyada ve basında gördüklerine okuduklarına daima inanan Rus halkı ise bu kez farklı çıkarımlara gidebilir. Özellikle de orta vadede Arap devrimleri demokratik kazanımları daha da ilerleteceğine dair kanıtlar verirse...

Son olarak Tunus'taki kurucu meclis seçimlerinden sonra önümüzdeki dönemde ülkeyi İslamcıların yöneteceği ortaya çıktı. Moskova, bölgede hakim unsur haline gelecek İslamcılarla nasıl bir ilişki geliştirecek? Öyle görünüyor ki Batı daha esnek, çabucak tavrını değiştirdi ve kaygılarını en azından bir süreliğine erteledi. Ancak Moskova, bu tür bir esneklik henüz daha gösterebilmiş değil. Rusya, Arap Baharı'nda neredeyse her ülkede başsağlığı defterini imzalamak zorunda kalan ve bir sonraki matem törenini bekleyen bir ülke konumunda buldu.

Rusya açısından demokrat İslamcılar, gerçek bir tehdittir zira, terörle itham edilmeleri oldukça zor, özellikle de Batılıların terör listesine girmedilerse. Rusya'da azınlık olan Müslümanlar üzerinde İslamcıların etkisinin çevre ülkelerde çoğunluğu oluşturan Müslümanlarla engellenmesi son derece zor olacak. Bilindiği gibi Moskova, Putin'in iktidara gelişinden bu yana, "İslam meselesi"ni askeri çözümle ve parasal yardımlarla ele almaya, Müslümanların başına Kremlin'e en yakın isimleri getirerek çözmeye çalıştı. Ancak Rusya Müslümanları, Arap kardeşlerinden, siyasi planlarının demokratik kazanımlarla yakından alakalı olduğunu öğrenmeye başlarsa Rusya'nın şu ana kadar uyguladığı politikalar boşa çıkabilir. Moskova şu anda Arap Baharı'nın İsrail üzerindeki etkilerinin ortaya çıkmasını bekliyor. Bu konuda Moskova'nın bakışı nasıl, onu incelemeye geçebiliriz.

İsrail'le ilişkiler

Moskova, Gorbaçov günlerinde İsrail'le yeniden ilişkiler geliştirdi, bu ilişkiler Yeltsin döneminde güçlendi, Putin döneminde ise stratejik işbirliği seviyesine yükseldi. İsrail'de şu an yaklaşık iki milyon Rus asıllı İsrailli bulunmakta. Filistinlilere karşı herkesten fazla düşmanlığı olan bu Rus Yahudilerinin Moskova'nın siyasetinde ciddi ağırlıkları bulunuyor.

Rus diplomasisi, Araplarla İsrailliler arasında rasyonel bir rol üslendi, ancak kağıtlar o dönemde Beyaz Saray'ın elindeydi. Moskova, Arap Baharı'nın iki taraf arasındaki gerginlikleri tırmandıracağı uyarısında bulunarak, Uluslararası Dörtlü'nün yeniden aktif hale gelmesini istedi. Zira İsrail'in yerleşim birimleri kurma konusundaki inadından ve bunun gelecekte yeni savaş cepheleri açmasından çekiniyordu.

Uzun yıllar Rusya'da egemen olan diyalektiğin diliyle şu söylenebilir: Şu an izlenilen ne savaş ne barış durumu, bir başka ifadeyle "İsrail'in sessizliği" bölgede meydana gelen hareketlenmeler içerisinde bakıldığında sadece bir dönemden ibarettir. Burada şu sorunun sorulması önemli: Moskova'nın Telaviv'le ve Araplarla olan ilişkisi nasıl bir seyir izliyor?

Son yirmi yılda terörle mücadele konusunda Moskova ile Telaviv arasında bir uyum mevcuttu. Arap İslamcıları Türkiye'yi andırır şekilde demokratik kazanımlar çerçevesinde güç elde ettiklerinde bu uyumun devam etmesi mümkündür. Zira İsrail, coğrafi olarak Arap Baharı ülkelerine yakınlığı nedeniyle bu halk hareketlerine düşmandır. Rusya da siyasi olarak en büyük eleştiricisi olduğuna göre, iki tarafın da Arap Baharı çerçevesinde buluşma durumu söz konusu olabilir mi?

Rusya, Arap dünyasındaki bütün mevzilerini kaybettiğini çok iyi biliyor, bir kez daha kendisini bir ikilemle karşı karşıya bulacağını da bilmekte. Bu da Moskova'nın Arapların yeni yönetimleriyle ilişki kuracağı ve komplo teorilerini bir kenara bırakacağının kanıtı. Körfez ülkeleriyle, Ürdün'le ve belki Sudan'la ilişkilerini iyileştirmeye bakabilir. Ancak Sudan'da muhtemelen Çin ve Batı rekabetiyle karşılaşacaktır.

Rus siyasetinde savaş

Savaş anahtar sözcük. Barışa ilişkin her şey savaş döneminde değişebilir. İran konusunda ikinci dünya savaşından hemen önce yapılan Alman-Sovyet anlaşması Sovyet-İngiliz anlaşmasına dönüştü. Rus-Türk ilişkilerine gelince, iki ülke arasındaki ilişkilerin özünü belirleyen şey iki ülke arasında yıllarca sürmüş savaşlar. Bu ilişkilerde halen o savaşların etkisiyle karşılıklı düşmanlıklar mevcut. Nitekim Kuzey ya da Güney Kafkasya'da parıldayacak küçük bir kıvılcımın etkisiyle her an bir savaş patlak verebilir.

Öyleyse Rusya'nın Yakın Doğu'yla ilişkisinde minimum, barış zamanında ekonomik düzeyde gerçekleştirilenleri temsil etmektedir. Maksimum ise önyargıya ya da öngörüye tabi olmayan, savaş zamanlarında gerçek hacmini bulan anlayıştır. Müttefik düşmana, düşman da samimi bir dosta dönüşebilir.

Rusya'yı anlayanların yapacağı ilk şey, onu savaşa sokmamaktır. Bu, Osmanlı sultanlarının, Napolyon'un ve Hitler'in anlamadığı bir şeydir. Ancak soğuk savaş mühendisleri bunu anlamışlardır. Özetle bunu şöyle anlatabiliriz: Rusya'yı savaşa sokmaya gerek yok, sürekli onu savaşa hazırlık halinde tutmanız yeterli.

Rusya, Putin döneminde bugün, ne savaşa ne de savaş hazırlığına ihtiyacının olmadığını, tek ihtiyacının karşı tarafa, savaşa hazırlanıyormuş imajını vermek olduğunu anlamıştır. Bu vehmettirme, sadece ülke içi kullanım içindir, zira Moskova, savaş yapacak güçte değildir. Yapabileceği maksimum şey, kurşununun ulaştığı alanı yani arka bahçesini korumaktır. Ama bunun dışında kalan yerlerle ilgili en avantajlı şey, öyle görünüyor ki Yakın Doğu'da sorunların sıcak tutulması.

Rusya, problemli konuların çözüme kavuşturularak rafa kaldırılmasını istemiyor, zira bu durum, uluslararası kamuoyunun kendisine yönelik olumlu yaklaşımını kaybetmesine, dışarıda elinde bulundurduğu kozların içerde ise hava atma aracı haline gelen bu unsurların yitirilmesine neden oluyor. Rusya savaş da barış da istemiyorsa peki ne istiyor?

Statükoya bağlı kalmak

Dünyadaki statükoyu muhafaza etmek, Moskova'nın istediği şeydir. Zira buradaki herhangi bir değişiklik, havanın bulanmasına ve Moskova'nın zor durumda kalmasına neden olabilir. Aynı şekilde herhangi bir nihai çözüm de Moskova'nın bulutlu havanın ortadan kaybolmasına, bu da seçtiği yolda yürümesine engel olabilir.

Moskova, iki kutuplu dünyadan vazgeçtikten sonra Yakın Doğu'da Batı ile düşmanları arasında arabulucu rolü oynamayı seçti. Konu İran'la başladı, Libya ile kesintiye uğradı. Ufukta bir ışık görmemesine rağmen Suriye'de devam etmek istiyor. Kremlin'de statükonun en iyi durum olduğu yönünde köklü bir inanç mevcut. Bu, ikinci dünya savaşından miras alınmış bir anlayış. Moskova o dönemden beri bu savaş sonucunda çizilen haritalara saygı duyulması gerektiğini söylüyor.

Statüko en iyisidir çünkü Rusya, şu anda kendini oldukça rahat hissediyor, ve bir gaflet anında uluslararası sistemdeki yerini şu ya da bu şekilde tahkim edebileceğini düşünüyor. Bundan da önemlisi, Rusya içindeki durumun, Putin'in istikrar olarak nitelediği çerçevede tahkim edilmesi. Bu söz, değişken bir uluslararası ve bölgesel yapı içerisinde hareket edemez. Ancak dünyada durumlar Moskova'nın sevmediği yöntemle değişiyor: Savaş ve devrim.

Ruslar, bölgesel savaşları sevmiyor zira bu savaşları katılmayı istemiyor, zaten buna katılmaya gücü de yetmez. Genelde bu savaşlar Rusya lehine sonuçlanmıyor: Yugoslavya, Irak, Afganistan bunun en iyi kanıtı. Moskova, Devrim de istemiyor çünkü bu, Libya örneğinde de görüldüğü gibi kağıtların Rusya'nın işine gelmeyecek şekilde karıştırılması anlamına geliyor. Peki şimdi Tunus, Mısır ve Libya'da yaşananlar aynen şu an Suriye'de yaşanmakta olduğuna göre Moskova'nın bu konudaki tutumu ne olacak?

Moskova'nın şu anki pozisyonunu bir sonraki stratejik örgü oluşturmuyor, daha çok Moskova'daki kontrol odasında beklemenin bir zafer getirileceğine inanılıyor.  Putin resmi olarak 2012 Mayısı'nda Kremlin'e geri dönüyor. Şu anki yönetim, Moskova'nın dikkate almasını gerektirecek yeni bir durum ortaya çıkana kadar Yakın Doğu'da Batılı bir müdahalenin karşısında duracak.

Rus siyasi düşüncesinde statükonun yapısı, ikilikler üzerine kuruludur. Buna göre her gerilim odağının birbiriyle çatışan iki tarafı vardır. Rusya, şu an etrafındaki havzasına uygulamaya çalıştığı bu yaklaşımı Soğuk Savaş döneminden tevarüs etmiştir. Moskova, Sovyetlerin egemen olduğu topraklar üzerinde meydana gelen anlaşmazlıkları bu mantık çevresinde ele almaya çalışıyor. Azerbeycan'la Ermenistan arasında Yukarı Karabağ sorunu, Moldavya ile  Transdinyester sorunu vardır örneğin. Gürcistan bu ikilikler mantığına karşı çıkarak Güney Osetya'yı geri almak istediğinde Moskova, Gürcistan'ın mağlubiyetiyle sona eren askeri bir operasyon başlatmak zorunda kaldı. Ardından Moskova Güney Osetya ve Abhazya Cumhuriyetleri'ni resmi olarak tanıyan Rusya, bu ikili yapıyı yeniden tahkim etmiş oldu.

Arap coğrafyasına gelince Örneğin Batı Sahra meselesindeki tavrını hatırlayabiliriz. Bir taraftan Cezayir'e silah satarken Fas ile de siyasi ve diplomatik ilişkiye girmektedir. Diğer bir örnek ise Rus diplomasisinin ikili yapısını çok güzel bir şekilde temsil eden Arap-İsrail çatışmasına dair yaklaşımıdır. Burada Rusya, Filistin Özerk yönetimini tanır, ona destek verir ve Hamas gibi Batı'nın reddettiği bazı ülkelerle ilişkiye girer ve aynı mantıkla Şam'a silah satarken, ancak hiçbir zaman bölgedeki askeri denklemi bozacak ya da eşitleyecek bir davranışa girmemekte, bu boyutta bir silah satışından bilerek kaçınmaktadır.

Diğer bir örnek ise Kuzey Kore ile çok iyi ilişkiler geliştirirken Güney Kore ile siyasi ve ekonomik işbirliği geliştirmektedir. Yine aynı bölgede Çin'le Japonya arasında, Rus kaynakları üzerine rekabeti körüklemekte, daha önce de geçtiği gibi aynı şeyi İran'la Türkiye arasında yapmaktadır.

Ancak Rus diplomasisinin bu ikili yapı üzerine kurduğu mantık eski ve akim kalmış bir mantıktır. Zira Rusya bu diplomasiyi dondurarak onun bütün yaratıcılığını kaybetmesine neden olmuştur. Arap baharı karşısında git-geller arz eden mütereddit tutumu, Rusya gibi büyük bir devlete layık bir inisiyatifin kaybedildiğinin göstergesinden başka bir şey değildir. Öyle görünüyor ki Moskova, Ermenistan ve Azerbeycan'la bile ilişkilerde büyük sıkıntılar yaşayacaktır. Aynı sıkıntılarla Arap-İsrail çatışmasında da yüzleşecek olan Rusya bu çatışmanın çözümünde üzerine kendi yerini inşa edebileceği bir alan bulamayacaktır.

Özetle, bu düalist anlayış çökmek üzeredir. Çünkü son değişimler Moskova'yı, Sovyetler Birliği mirasına ilişkin tavrını değiştirmek zorunda bırakacak radikal çözüm arayışlarına itmektedir. Belki de bundan dolayı Batı karşısındaki söylemini daha da sertleştirecek belki bu noktada Doğu'yu da yanına almaya çalışacaktır. Ancak bu politikalar ne zamana kadar gören, duyan ancak konuşmayan Rus vatandaşının başı boş dolaşmasına sağlayamaya yeterli olacaktır?

Cemal el Ardavi: El Cezire Moskova büro şefi

Dünya Bülteni için El Cezire Studies'den Faruk İbrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir.