Türkiye, 22 Temmuz seçimlerine doğru hızla ilerliyor. Son yılların en sıcak yazına denk gelen seçim hem ateşli bir kampanyanın hem de ilginç seçim vaatlerinin gölgesi altında geçeceğe benziyor. Uzun yıllar sonra cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılamamasını müteakiben bir seçim yaşayacağız. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında ortaya çıkan kargaşa, sivil siyasetin tahribatıyla beraber bir seçimi adeta icbar etti.
Mayıs ayının ilk haftasında hissedilen sıcak siyasi atmosfer seçim yaklaştıkça yerini biraz daha sükunete bırakmışa benziyor. Bu elbette oldukça iyimser bir okuma olabilir. Son iki aya sığdırdığımız siyasal gündemi göz önüne getirirsek; seçimlere kadar siyasal gündemin hareketlenmeyeceğini söylemek iddialı olur. Seçimleri etkileyecek dört ana etkenden bahsetmek kaçınılmaz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin CHP tarafından kilitlenmesi, 27 Nisan siber-muhtırası, terör ve Kuzey Irak operasyonu ile seçim vaatleri.
Özellikle sonuncu husus olan "seçim vaatleri", partilerin beyannamelerini açıklamalarıyla beraber gündemimize iyice oturdu. Popüler kültür çalışmalarına konu olacak derecede ilginç seçim vaatlerinden iyi çalışılmış ekonomi-politik programlara kadar farklı beyannameler bulunmakta. Kimlik siyasetiyle ekonomi-politiğin, dış-politikayla iç-siyasetin, sosyal kalkınmayla yaşam-kalitesinin kâh titizlikle ele alındığı kâh iç içe girdiği seçim diskurlarının incelenmeye değer olduğunu düşünüyoruz.
Seçim beyannameleri bir yönüyle de siyasal hayatın olgunluğunu ve gelişmişliğini göstermesi açısından üzerinde durmamızı gerektiriyor. İktidar ve muhalefet partilerinin seçim beyannamelerinden yola çıkarak; "demokrasi ve hukuk", "ekonomi", "toplum" ve "dış politika" konularında partilerin geçmiş icraat ve söylemleriyle, vaatlerinin değerlendirmesini okuyacaksınız. İlk yazı, dış politika açısısından genel bir tablo ortaya koyuyor ve dış politikadaki kaygan zemine dikkat çekiyor.
Türkiye yeni bir genel seçime giderken; Kuzey Irak'a olası bir operasyon, ABD ile ilişkiler, AB üyelik sürecinin geleceği gibi konular üzerinden dış politikayı da konuşuyor. Hatta bazı mahfiller Türkiye'nin dış politika yöneliminde köklü bir değişiklik de öneriyorlar; NATO ve Batı yerine Rusya ve Çin ile ittifak öneren üst düzey emekli generaller de var. Dış politikada temel yönelim, strateji ve hedefler önemlidir; çünkü bunlar sadece 'dış' dünyaya yönelik tutum ve politikaları içermez, 'iç'te devlet-toplum ilişkisini de belirler. Bu, unutulmaması gereken bir ilişkidir.
Dış politika asla yalnızca 'dış' politika değildir; 'iç politika'yı kurucu, denetleyici ve meşrulaştırıcı çok önemli işlevleri de vardır. Yani, gerçek bir iktidar alanı ve aracıdır. Bu nedenle dış politika söylemlerini ve politikalarını 'tartışılmaz hakikatler' olarak görmek yanlış olur. 'Milli dava' ve 'ulusal çıkar' gibi 'kuşatıcı' ve 'tartışma ötesi' gibi görülen kavramlar genellikle bu iktidar alanını ve aracını sorgulamamızı engeller. İşte tam da bu nedenle dış politika, toplumdan kaçırılan, gizlenen ve hatta toplumu disipline etmede kullanılan mükemmel bir araçtır.
Dış politika, iç'e müdahalenin aracı
Dolayısıyla dış politikayı, 'ulusal çıkar' sözünün arkasına saklanan kaba güç gösterilerine, yabancı düşmanlıklarına, savaş çığırtkanlarına teslim edersek 'militarizm'in kaynağını kurutmamız ve demokratik bir rejim kurmamız mümkün olmaz. Liberal demokratik reformlarla kapıdan atılan 'militarizm', dış ve güvenlik politikaları adıyla bacadan girip evin sahibinin yerinde oturur. Son birkaç ayda olup bitenleri hatırlamakta fayda vardır. 27 Nisan bildirisinin mimarları Türkiye'nin dış ve güvenlik politikalarının dümenine geçmeye çalışıyorlar.
Acaba neden? İktidar kilidini 'devlet hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı' söylemiyle açabileceklerini ve böylece kuruldukları iktidarı bu 'korku' senaryoları üzerinden halk nezdinde kabul edilebilir kılabileceklerini çok iyi biliyorlar çünkü. Dış politika alanında da işbirliğine ve ortak akla dayanan, çatışmacı olmayan, çoğulcu ve liberal bir perspektifi egemen kılmadan bu 'iktidar oyunu'nu bozmak mümkün olmaz.
Dış politikayı özgür, demokratik, müreffeh ve güvenlikli bir ulusal toplum kurmanın araçlarından biri olarak görmek yerine; onu, 'iç'i baskı altına alıcı, toplumu sindirici, militarist kültürü kurucu ve meşrulaştırıcı, toplumu maceraya ve yoksulluğa sürükleyici siyasetin paravanı olarak kullandı 'devlet seçkinleri'.
Geniş halk kitleleri de 'ulusal çıkar' adına alkışladılar bu oyunu sergileyenleri, yani bir iktidar alanını ve aracını kendinden kaçıranları, hatta kendine karşı kullananları. Örnek mi istersiniz? Son aylarda Kuzey Irak'a yönelik operasyon senaryolarının arkasında sadece teröre karşı mücadele gibi 'ulvi' bir gayenin olmadığını herhalde anlamış olmalıyız. Irak'ı işgale varan uçuk taleplerinde bulunanlar 'savaş' üzerinden ülkede militarizmi, militarizmin içinde barındırdıkları iktidarı yeniden üretmek, meşrulaştırmak ve pekiştirmek istiyorlar.
Değişen uluslararası koşullarda dış politikada güçlü ve etkin olmanın iç politik alanda çoğulcu, demokratik ve özgürlükçü bir rejim kurmaktan bağımsız olmadığı anlaşılmıştır. İşleyen, kurumsallaşmış bir demokratik rejim Türkiye'nin dış politika seçeneklerini genişleten, hedeflerini gerçekleştirmeyi kolaylaştıran bir unsurdur. Demokrasiyi bir zayıflık kaynağı olarak gören aymazlar, demokrasi dışı çıkışlarla Türkiye'nin uluslararası gücünü sekteye uğratmaktadırlar. Uluslararası bir futbol karşılaşmasında sahaya inen Türk seyircilerin neden olduğu utancı dile getirenler, Türkiye'nin itibarına vurulan darbeden şikâyet edenler, demokrasi sahasına tanklarını sürmekle tehdit ettiklerinde neden oldukları zararı ve utancı da hesap etmelidir.
Dış politika yaklaşımında güç, salt 'askerî' kapasiteye indirgenemez. Hedeflere ulaşmada Türkiye'nin 'yumuşak güç'ünü en üst düzeyde kullanmak gerekir ki bunun en önemli unsurları arasında demokratik bir rejimin varlığı sayılmalıdır. Bu çerçevede dış politikayı 'siyasal' ağırlığından (devlet merkezlilik) çıkarmak ona toplumsal ve iktisadi bir boyut eklemek gerekir. Toplumsal aktörlerin genel dış politika hedeflerinin belirlenmesinde etkinliğinin artırılması geliştirilen politikaların meşruiyetini ve toplumsal desteğini de artıracaktır. Dış politika yapımında yer yer gizlilik gereği, bu süreci toplumsal ve siyasal denetimin dışında tutmak için meşru bir gerekçe olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Her durumda demokratikleşme ve hesap verebilirlik adına dış politika yapımı 'devlet seçkinlerinin tekeli'ne bırakılmamalıdır.
Yumuşak gücümüzü kullanmıyoruz
Uluslararası ilişkileri salt çatışmaların, ilkesiz ve kuralsız çekişmelerin alanı olarak görmek, buna göre bir dış politika stratejisi geliştirmek yanlıştır. Uluslararası ilişkilerde işbirliği 'kural' çatışma 'istisna'dır. Ticaretten ulaşıma, eğitime ve iletişime birçok alanda işbirliği örgüleridir ki uluslararası düzeyde günlük hayatın akışını mümkün kılmaktadır. Dış politikada ulusal, bölgesel ve küresel barışın temini ve muhafazası temel sorunsaldır. Türkiye'nin komşularıyla ortak çıkarlar üzerinde derinleştirilen işbirlikleri, ekonomik ortaklıklar ve toplumsal diyalog bölgede barışı kalıcı kılacak genel bir stratejinin ana unsurlarını oluşturur. Ekonomik ve toplumsal düzeylerde sağlanan yakınlaşmanın ve işbirliğinin siyasal gerginlikleri ve çatışmaları da azaltıcı bir sonucunun olacağı kuşkusuzdur.
Dört yanımızın düşmanlarla çevrili olduğu iddialarıyla ancak militarizmin değirmenine su taşınır. Bu söylemi terk etmeden ne komşularımızla sağlıklı ilişkiler kurulabilir ne de korkulardan ve düşmanlıklardan beslenen militarizmin üstesinden gelinebilir. Bölgedeki tüm ülkelerle yadsınamaz ve vazgeçilemez ortaklıkları bulunan Türkiye 'bölgesel bir güç' olmak için 'maceracı' bir dış politika görüntüsü vermek yerine siyasal ve ekonomik nitelikleriyle bir 'çekim merkezi' olmayı başarabilmelidir. Türk dış politikasının Batı yönelişi artık yerleşik bir tercihtir. Birtakım 'neo-İttihatçı' emekli paşaların Rusya ve Çin ile 'Avrasya ittifakı' arayışı ne gerçekçi ne de samimidir; 'ulusalcı bir darbe' projesine ABD'den almaya çalıştıkları 'yeşil ışık' için pazarlık amacıyla kullandıkları bir araçtan ibarettir. Türkiye'nin Avrupa Konseyi, NATO, AGİT ve OECD üyelikleri, AB ile tam üyelik müzakereleri yürüten bir ülke olması, iktisadi ve toplumsal ilişkilerinin Batı ağırlıklı bir nitelik taşıması ülkemizin Batı'ya/Avrupa'ya 'demirlediğinin' önemli işaretleridir. Ayrıca Batı Avrupa'da yaşayan ve yaşadıkları ülkelerde ekonomik ve toplumsal etkinliği giderek artan Türkiye kökenli insanların varlığı ile Balkan halklarıyla tarihsel yakınlığı Türkiye'nin 'Avrupalı' yönünün başka önemli unsurlarıdır.
Türkiye'nin Batı yönelişinin siyasal/kültürel bir boyutu da vardır. Batı yönelişli bir dış politika siyasal modernliğin değer ve kurumlarının Türkiye'de daha da yerleşik bir mahiyet kazanmasını kolaylaştırıcı bir işlev görmektedir. Batı ile yolları ayrılan bir Türkiye'de siyasal modernliğin (demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti) değer ve kurumlarının da zayıflaması, hatta ortadan kalkması ihtimal dahilindedir. Ulusalcı güçlerin AB karşıtlığının gerisinde de bu beklenti vardır. 27 Nisan bildirisini hazırlayanların ana amaçlarından biri de AB sürecine son vermektir. AB sürecinin Türkiye'de demokrasiyi, insan haklarını, hukuk devletini, açık toplumu ve piyasa ekonomisini kaçınılmaz kıldığını, bu yeni yapıda da iktidarlarını kaybetmeye başladıklarını düşünenler bu temel dinamiği durdurmaya çalışıyorlar. AB üyeliğinin önkoşulları olan demokrasi, hukuk devleti, insan haklarına saygı ve işleyen bir piyasa ekonomisinden vazgeçilemez. Bu ilkeler üzerinden üyeliğin gerektirdiği 'yeniden yapılanma' sürecinin devamı elzemdir. Sonuç olarak uluslararası toplumla ve normlarla barışık, çatışma yerine işbirliği imkânlarına odaklı, yapımında katılımcı karar verme süreçlerine değer veren bir dış politika anlayışı mümkündür ve gereklidir. Ancak bu şekilde Türkiye'de aralıklarla hortlayan 'militarizm'in devlet ve toplum üzerindeki tasallutundan kurtulabiliriz.
Kaynak: Zaman