O aslında nasıl biri, uzun zaman başörtüsünün rengine, şekline, ebadına bakılarak hükümler biçildi. Masum olmadığı için suçlandı, bazen de “niye anneannesi gibi apak tülbentlerle yetinmez olduğu” sorusuna bağlı olarak “beynine hava gitmiyor galiba” şeklinde bir yargıyla, horlamalara maruz kaldı.
Başörtüsünün kadının muti, ezik, himaye talep eden bir kişiliği ima ettiğine inanmaya meyyal yığınların zihniyetini belirleyen her zaman akletmeyi gerektiren Kur’an okumaları değil, hurafe dolu menkıbeler oluyor. Başörtülü kadın bir taraftan ikonalaştırılırken, bir taraftan da ucuz “ikonakırıcı”  eylemlerin hedefi olmaya devam ediyor.

Eylemlerde çarşafa dolanan terörist olması muhtemel radikal İslamcı olarak başörtülü kadının, karanlık güçlerle ilişkilendirilmesi bir Ergenekon buluşunu andırıyor; ancak İslami kesimde de benimseyenler oldu, bu yöndeki açıklamaları.  1990’larda Sevgi Engin hadisesinde sürdü karanlığa gönderme operasyonları. Fazlasıyla önyargıdan uzak genç kadının İzmir yolculuğu bir örgüt eviyle ilişkilendirilirken, başörtülü varlığı didik didik edildi medyada. “Muhafazakâr” diye adlandırılan medya bu konuda hiç de “ötekilere” göre daha dikkatli ve insaflı değildi.

Sevgi Engin terk etti ülkesini 28 Şubat’ı takiben, Almanya’da yazdığı “Bir Nehir Gibi” isimli romanında anlattı başına gelenleri. Bir tutukluluk ile başlıyor her şey. Başkasının başına gelen o “skandal olacak yakalanma” kazalarından biri. Arkadaşları ziyarete gidilmiş liman şehrine. Konuk olunan öğrenci evinin bir şehri ülkesi yok, giren çıkan belli olmayabilir, bir yorum kaymasıyla pekâlâ örgüt evi olarak tanımlanabilir. Ergenekon soruşturmalarından sonra, kim bu yorum kaymaları/kaydırılmalarıyla medyaya sunulan mizansenlere kuşkuyla bakmaz ki?

Yenilerde ise KCK tutuklamaları sırasında yine başörtülü bir hanımın, Meryem Nurcan’ın başörtüsü tartışmaya açıldı: Polis ifade sırasında siyah başörtüsüyle bulunduğu fotoğrafa bakarak dalga geçti, 'Bu çarşafın altında neler var kim bilir' diye hayret belirtti Meryem Nurcan’a. Tutuklunun başındaki örtü türlü anlamlara çekildi. Derken, cezaevinde intihara kalkışabileceği gerekçesi ile başörtüsüne el konulduğu iddia edildi.

Türban, damgalı bir kumaş parçası; en başından. İşaret edilen başörtüsü “türban” olarak adlandırılırken her türlü şaibeye de açık sayılıyor.

Akla Deleuze’ün Kapitalizm ve Şizofreni’de öne sürdüğü “flüks küpürü” imgesini getiren çok amaçlı bir kullanım alanı oluştu türbanın, geçen yıllar içinde. Flüksler (akışlar) her toplumun bedeni üzerinde olup biten şeyi karakteristik olarak yansıtır. “Her kişi bir flüks kupürüdür her zaman. Bir kişi bir flüks üretimi için bir başlangıç noktasıdır daima, bir flüks alımı için bir varış noktasıdır, herhangi türden bir flüks; ya da birçok flüks için bir kesme, bir engellemedir.” 

Deleuze’ye göre bu yolla sürdürülen işaretlemelerde korkutucu olan apaçık tehlike ve sıkıntılar değil, tanımlanmakta zorlanan, kodlamakta sıkıntıya düşülen şeylerin ortaya çıkması. Korkuya düşen kapitalizm mi, kemalizm mi yoksa esen yelden nem kapmaya hazır muhafazakâr duyarlık mı? Şapka, kravat, sakal, parka, ütüsüz pantolon, şalvar, kefiye, yakasız gömlek, siyah çarşaf ve elbet başörtüsü… Nereden nasıl ortaya çıktığı konusunda karasız kalınan durum ya da olgu, yenilenen üsluplarla dahi kodlanamadığı takdirde imha edilmelidir.   “Beyaz tülbentliler”  bir zamanlar “çağdışılıkla” kodlanmışken, bu savruk kodlama bir zaman sonra şaibeli “türban” imgelerini pekiştirmek üzere “masumiyet” sıfatıyla desteklenmişti. Ortaya çıkan bu yeni başörtülüleri en tahripkâr damgalarla başını alıp giden varlıklarından kopartmak gerekiyor!

Tabiilikten, hayatiyetten yoksun, çoklu karşılaşmalara imkân tanımayan bir kamusal alan,  flükslerin yansıtmalarını belirsizleştiriyor, karıştırıyor. İşte böyle, ne “türban” rastgele bir adlandırma, ne de “o çarşafların başörtülerin arkasında kim bilir neler var” sorusu öylesine bir merakla sarfediliyor.
Deleuze’ün bile aklı karışıyor, söz konusu “türban” olunca ve İki Delilik Rejimi’nde yer alan bir söyleşisinde Fransa okullarında “türban”ı endişeyle karşıladığını açığa vuruyor. Gerekçesi ise herhangi bir popülist siyasetçininkinden farklı değil: “Söz konusu olan İslamcı örgütlenmelerin istek ve taleplerinin nereye kadar gideceğini bilebilmek”.

Yersiz yurtsuzluğun filozofu bu denli kuşkuyla karşılıyorsa göçmenlerin mümkün ve muhtemel “demokratik” taleplerini, ırkçı siyasetçilerin neler hissedebileceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Üstelik söz konusu olan “öz yurdunda parya” muamelesi gören kadınlar. O gerici, diğeri türbanlı, ötekisi anarşistti, gazetede çarşaf çarşaf yayınlanan da gizli örgütün azılı elebaşısı! Damgalamalar birbirini izliyor. Yine de vücudu damgalardan görülmez hale gelen, hâlâ hizaya sokulmak için uğraşılması gerekli biri gibi görünüyor. Ne de olmasa işin içinde Doğramacı bilimselliğinin ürettiği muğlaklığıyla “türban” olarak başörtüsü var.

Diyelim ki Meryem Nurcan vakası, onca habere yoruma karşılık hâlâ anlaşılmış değil, çünkü biz onunla ilgili flüksleri “başörtüsünün arkasında neler neler var” kodunun sunduğu verilerin ötesinde okumaktan öte gidemiyoruz. Başını açtı mı, yoksa buna zorlandı mı, aslında açmadı mı, zaten çoktan mı açmıştı, hatta bu baş açtırılma meselesini sansasyon çıkartmak için mi öne sürmüştü? 

Meryem Nurcan nasıl biri, “türban” üzerinden yargılanması sürdükçe çok net olarak cevaplandıramadığımız bir soru bu.

Kendi masumiyet algımızın sınırlarını zorlayan bir tutum sergileyen aktivist, başörtüsü üzerinden bir ikonkırıcılığın nesnesi olmaya zorlanıyor. İsmi ellere düştü ya, bütün hayatının ortaya dökülmesi vatan millet meselesine dönüşecek. Bu arada Doğramacı’nın buluşu veya keşfi bir kez daha yapıştırma bir flüks küpürü şeklinde yorumlanacak. Gerçekte ne olduğu ise hiç önemli değil. “Türban”ın masumiyetten yoksunluğu çoktan duyurulmuştu manşetlerden.

Meryem Nurcan aslında nasıl biridir, bilmiyorum, ama bu tanıma ve tanımlama tarzı bana aşina geliyor. Manşetlerle hırpalanmış Müslüman, attığı manşete dikkat etmeli, ucu bir insanın haysiyetine değecekse özellikle. O genç kadının başörtüsüyle ilişkisine uzaktan bir bakışla karar veremez kimse. Başörtüsünün bir hayat tarzının parçası olması bazen yıllar alabilir.

Başını örtme konusunda Meryem Nurcan’ın hangi aşamada olduğuna uzaktan kim, nasıl karar verebilir? Karalayıcı manşetler, netlikten uzak bilgilerle teşhir, sadece Müslümanlara yapıldığında günah sebebi olmuyor.