On gündür aynı çadır içinde yaşıyorum, Maraş’tan döndüm döneli. Gittiğim her yere o çadırın rüzgarını, seslerini, tebessümünü ve üşümesini taşıyorum, soğuk algınlıklarıyla birlikte. Rebab Habbal’la söyleşmeye hazırlanmak içinmiş bütün dinlemeler, okumalar, tanışmalar, karşılaşmalar ve yine de nasıl zor, teselli etmek. Onca hayat ve ölüm dersinin ardından kim kimi teselli edebilir? Televizyonun üzerindeki fotoğrafından bakan güler yüzlü adamın, rahmetli kocasının katline tanıklık etti ve Halep’in bir köyünden, yedisi kız üçü erkek on çocuğuyla yola düşmek zorunda kaldı. Hafızasında dehşetli sahneler, sırtında ağır bir aile sorumluluğu yükü taşıyor. Kampta onun gibi koca ve babalarının akıbetinden habersiz sayısız kadın ve çocuk var.
Kitap fuarına katılmak üzere Maraş’a gittiğim günün gecesinde Belediye Kültür Dairesi Başkanı Fethi Yanardağ Bey’le Mülteciler Kampı’nı da ziyaret etmiş ama resmi izin olmadığı için sadece yöneticilerle konuşmuştum. Gece saatleriydi, iznimiz yoktu, çadırlara giremezdim. Mülteciler dışarıdan gelen ziyaretçiler konusunda hassas ve dikkatli. Otele geri döndüm ve ertesi günün programlarına hazırlandım. Lobide selamını aldığım delikanlıyı Yedi Güzel Adam oyuncusu sandım. Fuar için İstanbul’dan gelen bir yayıncıymış.
***
Son zamanlarda her yerde “Yedi Güzel Adam” var. Televizyon seyretmekten uzak durduğum için diziyi izlemiyorum, belki de asıl dizilere kapılmamak için televizyon seyretmeyi bıraktım. Maraş’ta çekilen dizinin oyuncularıyla aynı otelde, Trabzon Caddesi üzerindeki Sular Oteli’nde kalıyorduk, bununla birlikte sabahları sete gitmek için otelden çok erken ayrıldıkları için karşılaşmadık. Buna karşılık şehirde gittiğim her yerde Yedi Güzel Adam imgeleriyle karşılaştım. Gece yemek yediğimiz Çamlıca Belediye Tesisleri’ni set olarak kullanıyorlarmış mesela. Bu arada Ahmet Tezcan adı da Yedi Güzel Adam’ın anıldığı her yerde geçiyor.
Maraş’a ilk kez gittiğim için olumlu veya olumsuz önyargılarımdan bağımsız bir şekilde tanımaya çalıştım şehri ve tabii bunca yazar, şair yetiştirme başarısının kaynaklarını fark etmeye çalıştım. Belediye kitap fuarı alanındaki yoksunluğu telafi çabası içinde. Beri taraftan şehir halkı fuarın imkânlarını gündelik hayatlarına yedirmiş görünüyor. Mesela Maraşlı öğretim üyesi Cüneyt Cesur, birkaç yıl önce Maraş Olaylar üzerine yazışmamız sırasında 1999-2000 yıllarında kurulan çadır fuarlardan söz etmişti.
Lise dergilerinden Türk edebiyatına açılan yol hâlâ çok hareketli. Yedi Güzel Adam’la kendini hatırlatan şehrin okumaya yazmaya hevesin ötesinde düşkün kadınları, genç kızları da var. Hafta içi olduğu halde bir hayli hareketli görünen fuara kadınların ilgisi dikkat çekiciydi. Ben fuardayken Merkez Anadolu İmam Hatip Lisesi Edebiyat Öğretmeni Ahmet Türk öğrencileriyle geldi ve birlikte hazırladıkları “Hayat Bir Günlük” kitabını hediye etti. Öğrenciler tel tek imzaladılar eksik olmasınlar. Sümeyra Güz, Vildan Akgül, Ayşe Derya Kabak, Elvan Karaboğa, Melike Nur Kelebek, Ayşegül Kaptanoğlu… 27 öğrenci günlüklerinden bölümlerle katılmış kitaba.
***
Belediyenin Kültür Bölümünde görevli Hatice Gödeoğlu ile yaptığımız kısa şehir turu sırasında Ankara’da yetişmiş Maraşlı yazar arkadaşım Yıldız Ramazanoğlu’nun öykü ve denemelerine sinen gündelik hayata özgü seslerin ve imgelerin bir kaynağını fark eder gibi oldum. Şehrin gündelik muaşeretinde kendini geri çekse de alttan alta tırmanması beklenebilecek bir gerilimle cedelleşen bir derin kültürle ilgili sesler ve imgeler sözünü ettiğim. Çarşıda bir süre dolaştıktan sonra Cumhuriyet tarihinin 3. en büyük camii olan Abdülhamit Han Camii’ne gittik. Toplayıcı ve fonksiyonel, özellikle Cuma günlerinde Maraş ölçeğinde bir şehir için gerekli olabilecek bir cami, Abdülhamit Han Camii. Sinan esinli herhangi bir taklit ve tekrar camii için söyleyecek fazla bir söz kalmıyor geriye. Caminin şehre hakim avlusunda gezinirken Suriyeli mültecilerle selamlaştık, 12 yaşındaki Abdullah’la sohbet ettik. Maraş Kalesi’nin çeşitli köşelerinde de Suriyeli kadınlarla ve çocuk seyyar satıcılarla tanıştık. 13 yaşındaki Muhammed Halep’e dönme hayalinden söz etti. Kibar, terbiyeli çocuklar; Hatice Hanım’ın izlenimi bu. Şehirde –Çadırkent’teki 17 bin mültecinin dışında- 60 bine yakın Suriyeli mülteci yaşıyor. Maraş halkı mültecilerini nezaketle kabullenmiş görünüyor.
Birikimli, muaşereti olan, geniş yürekli edipler diyarı 1978 olaylarına nasıl yakalandı, sorusunu geçmişte de sormuştum ama bu kez, hele ki fuar kapsamında katıldığım çeşitli söyleşilerde karşılaştığım yürekli soruların ardından daha içeriden sormadan edemiyorum.
***
Fuarlar okurlarla olduğu kadar yazarlarla da buluşturan ortamlar, Maraş Kitap Fuarı’nda da sürpriz karşılaşmalar eksik olmadı. Fuar’ın kafeteryasında Bahattin Karakoç’u görür görmez hiç karşılaşmadığım Abdürrahim Karakoç’u da selamladığım hissine kapıldım. Rasim Özdenören’i gördüğümde Alaattin Özdenören’i görüyor oluşumda olduğu üzere. Karakoç kardeşler bize şiirleriyle dünyanın faniliğini ve kalıcı değerlere yaslanmanın önemini hatırlatıyorlar.
Bahattin Karakoç benim için “Ay bu gece yarımdır” şiirindeki bakıştı, duyuştu; haklıymışım.
Doğudan ve batıdan kuzeyden ve güneyden
Gelin ki taşıversin yürek denen bu düden
İsteyen soframızdan bal, kaymak, börek alsın
İsteyen yüreğine bedel bir yürek alsın.
Bu mısralarda dile gelen bir cömertliğin, konukseverliğin diyarı 1978’e nasıl yakalandı?
Maraş Katliamı etrafında Özgün Duruş’a yazdığım yazı yazdığım günlerde Cüneyt Cesur’a sormuştum bu soruyu. Cesur Ailesi’nin kanaatine göre de şehir o günlerde halk arasında bütün ihtilaflar körüklenerek gerilime itilmiştir. Ahali içinde Sünnilerin sırf Alevi olmalarından kaynaklanan sebeplerle komşularını hedef almaları hiç olağan değildir. Şehirde Alevilerin yoğun yaşadığı bir kaç mahalle vardır, kırsal kesimden gelen Alevi nüfusun da şehir içinde yerleşmesi sürüyordur, ama bunların yerleşik Sünni toplumu rahatsız ettiği söylenemez. Kimi Sünni kesimleri kışkırtan, doğrudan İslam’ı hedef alan söylemleriyle şehirde etki alanları oluşturmaya çalışan komünist ideoloji ve yapılanmaların Alevi kesimle irtibatlandırılması olmuştur. Bütün bunlar hiç tabii gelmiyor Cüneyt’e ve sıklıkla Maraş yangınının asla bir Alevi-Sünni meselesi olarak yorumlanamayacağının altını çiziyor.
***
Maraş Fuarı’nda edindiğim olumlu izlenimlerin ardından bu soruya yeniden cevap aramam kaçınılmazdı: Trajediye prim vermeyeceği söylenen mütevekkil, selim, konuksever topraklar nasıl oldu da bir yangın yerine dönüştü… Şehirdeki cinnet hali olaylardan önce caddelerde görülen beyaz kasklı adamların başarabileceği bir zıvanadan çıkma hali olmakla izah edilebilir mi sadece… 19 Aralık 1978’den günler önce Alevi ailelerin yaşadığı evleri tespit ederek kapılarına Klu Klux Klan’ın ve Nazi örgütlerinin eylemlerini hatırlatan işaretler konduranlar kimlerdi…
Bu düşüncelerle Maraş’tan ayrılmaya hazırlanırken Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat ve Turizm Şube Müdürü Serdar Yakar Bey, Valilikten Mülteci Kampı ziyaretime izin çıktığı haberini verdi. Bu kez bir çadırı ziyaret edebilecektim. Sevim Şirikçi Kız Teknik ve Meslek Lisesi öğrencileriyle sabah saatlerinde gerçekleşen söyleşimizin hemen ardından Çadırkent’e doğru yola çıktık. Elimde lise öğrencilerinin el emeği göz nurunun ürünü bir tablo ve acele yüzünden cevaplandırılmamış sorular vardı. Doğrusu okulu, hastanesi, oyun parkları, mescitleri, çarşı pazarıyla Maraş’ın bir kasabası gibi görünüyor, iki buçuk yıllık bir mazisi olan çadırkent. Müftülüğün açtığı Kur’an Kursunun bine yakın öğrencisi varmış. Beş yüz dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş. AFAD hanımlara dönük meslek kurslar açmış. Tedirgin, bekleyiş içinde bir kasaba bu, kararsızlıklar içinde kendini bulmaya çalışıyor. Orta yaşlıların ve yaşlıların bakışları güneye, memleketlerine dönük, ölülerin, bile sınırdan Suriye’ye teslim ediyorlar.
On altı metrekarelik ve bir brandayla iki bölüme ayrılmış olan çadır çeşitli yaşlarda çocuğun koşuşturmasına karşılık temiz, derli toplu. Rebab Habbal Hanım Ali İşidoğru’nun ehil tercümesiyle sorularımı cevaplandırdı, sağolsun. Bu kampta yaşamaya alıştı, kendini güvende duyuyor, çocuklarıyla birlikte Türkiye’de yerleşmek isterdi. Aklı geride bıraktığı yurdunda ama geleceğini orada göremiyor. Televizyonun üzerindeki güler yüzlü adam, ilkeleriyle ailesini gözetmeye devam ediyor. Çocuklarından birinin elindeki telefonda babasının Esed askerleri tarafından gördüğü şiddetli işkenceyi yansıtan görüntüsü var, bana göstermek istedi. Bu tür görüntülerin çocuklardan saklanması bir mülteci kampı içinde kolay olmasa gerek. Görüntüler aynı zamanda çocuklara bulundukları olağanüstü durumu en şiddetli sahneleriyle öğretiyor. Önce ÖSO taraftarları geldi köylerine, baba karısını ve çocuklarını güvenlikleri için Halep’e gönderdi. ÖSO köyden gidince geri döndüler. Esed güçleri geldiğinde ise aile kaçma fırsatı bulamadı. “Kapının önüne dolapları yığıyorduk”, diye anlatıyor Rebab Hanım. Toplu infazla ilgili konuşmayı sürdüremiyoruz. Baba Nidal Mzavvak’ı öylece bırakıp gelmeleri hiç kolay olmamış, fakat şimdi de dönmek kolay gelmiyor. Rebab Hanım’ın gözlerinde çocuklarını Nidal Bey olmadan hayata nasıl kazandıracağının endişeleri okunuyor. Çocuklar dönmeye hevesli değil. Babasız ne yapacağız orada, diye soruyor kızlardan biri. Çadırkent’te güven içindeler. Ayrıca ailenin büyük oğlu burada evlendi, geçen yıl bir bebek katıldı aralarına.
***
Çadırkent’ten doğruca havaalanına giderken Rebab Hanım’ı dinlemeye devam ediyordum. Eşinin hatırasını tek kelimeyle özetlemişti: “Helal kazancı çok önemserdi, haram lokma yedirmedi.”
Şehidin ailesine mirası “helal kazanç”tı, ailenin Maraş’ta bulduğu ise konukseverlik oldu. Bununla birlikte oğlunun ve diğer Suriyeli işçilerin emeğinin çadırkent etrafındaki sanayi tesislerinde layıkıyla takdir edildiği söylenemez. Serdar Yakar yerli halkın sanayideki olağan ücretinin İstanbul’a göre zaten oldum olası düşük, neredeyse dörtte bir oranında olduğunu, Suriyeli işçi alımıyla birlikte bu ücretin daha da düştüğünü belirtti. Suriyeliler, en olumsuz şartlar altında çalışmaya razı ucuz emek gücünün en istismara açık kesimlerini oluşturuyorlar şimdi. Haksız uygulamalar farklı düzeyde istismarlara kapı açıyor, 1978’in en önemli derslerinden biri bu tür istismarlara dönük dikkat olmalıydı.
Maraş konukseverliğine ucundan kıyısından katılmalı, bu konukseverliği bütün ülkeye yayarak muhacirlerin geriye dönemeyecek olanlarının yerleşmesine yardımcı olmalıyız. Hiçbir yaranın sızısı retorik sözlerle giderilemez, ölen ölmüştür denilip geçilemez de ve taşınan bütün ağırlıkla birlikte geride kalanların acılarını paylaşmaya çalışmak gerek. Bunun için de yaşananları doğru okuyan cümlelerde buluşmak öylesine önemli ki… Rebab Hanım’la çocuklarına şifa sunan Maraş, kendi Alevi yarasını da onarabilir, bu bir temenni değil sadece, güçlü bir izlenim.