Konumlandırma işlemi insanın kendini, içinde bulunduğu “ortamda” konumlandırmasıyla başlatılabilir. Fakat buraya gelmeden önce mutlaka ilke olarak insanın kendini nelerin içinde konumlandırdığına derinlikli bir giriş yapmak gerekir.

 

İnsanın kendini, doğa içinde ya da toplum içinde yani fiziksel olarak bulunduğu ortam içinde konumlandırdığını söyleyerek başlamak, başlangıç noktası sapmış bir giriş olacaktır ve ulaşacağı sonuç bellidir. Konumlandırma, örnek nesneler üzerinden anlamlandırılmaya çalışıldığında sadece nesneleri ilgilendiren bir konumlandırma gerçekleşmiş olur. Oysa bunun öncesinde insanın, nesneleri kendi konumunu belirlemek için işaretler olarak kullandığı bilinmelidir. Bilinç denilen durumun nesneye bağlılığı, nesne olmaksızın o nesneye ilişkin bilincin gerçekleşmeyeceği, nesne ortada yokken bilincin de olmadığı sonucuna götürmektedir. Oysa nesne ortada yoksa ya da nesnenin zihinsel formu oluşturulmamışsa, orada sadece o nesneye ilişkin bilinç yoktur, demek daha doğru olacaktır. Çünkü nesne ortaya çıktığı anda, o nesneye bağlı olarak gerçekleşecek bilinçte ortaya çıkacaktır, nesneye bağlı oluşan bilinç, ancak nesne bilinmişse gerçekleşebilir. Nesnenin olmadığı yerde bilinç yine vardır fakat o nesneyi kuşatacak bir bilinç değildir. Bilmediği, yabancısı olduğu o şey’in karşısında bulunan bir bilinçte kendine yabancılık baş gösterir. Yabancılaşma sadece bilinmeyen şeyler karşısında belirsizleşen konuma yabancılaşmadır. Yani yeni bir bilgi/nesne karşısında, daha önce onunla karşılaşmamış bilinç, o nesnenin karşısındaki kendine yabancılaşmaktadır. Nesneyi/bilgiyi tanıdıkça, o nesneye bağlı olan yabancılık hissini ortadan kaldırır.

 

Eğer insanın, sadece nesneler ya da kişiler karşısında bir konum kazanan değişkenlikte olduğu düşünülürse, bu insanın bir konumunun olabilmesi için, dışında bulunan her şeye mutlak mecburiyeti olduğunu düşünmeyi de gerektirir. Oysa tüm konumlandırma işlemlerinin temelinde, insanın kendi zihnini merkez alarak kurduğu konum esastır. Yani hem insanlar arası ilişkide hem insan-nesne ilişkisinde konumlandırma doğrudan zihinde gerçekleştirilen bir işlemdir ve zihinde bir konumlandırma işleminin gerçekleşebilmesi için bir sabitin bulunması zorunludur. Hegel’in efendi-köle ilişkisini anlatırken kurduğu diyalektik, birbirine karşı konumlanmaları esas alındığı için sonsuza kadar çözüme kavuşmayacak bir dönüşlülük gösterir. Efendi-köle diyalektiğinden alınacak herhangi bir cümlede, bu açıkça görülebilir. Çünkü Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin temel parçalarından olan özbilinç, başkası karşısında konumlanmış olma özelliğini gösterir. Her ne kadar içeriksiz saf bir bilinç resmi çizse de, özbilincin ilişkiye geçtiği bilgi karşındaki konumu, özbilincin mi bilgiyi, bilginin mi özbilinci etkilediği konusunda belirsizleşir.

 

Diyalektik mantığın uçsuz dönüşlülük dışında başka bir sonuca ulaştırması zaten beklenmemeli. Oysa kurulan denklemin, parçaları içinde bir sabitin bulunduğunu göz önüne alarak düşünmeye başlamak, ulaşılacak sonucu derinden etkileyecektir. Birbirinin zıddına konumlanmış iki anlamın, hangisinin sabit alınarak bu konumlamanın gerçekleştiğini belirlemek imkânsızdır. Çünkü birbirinin zıddına konumlanmış iki anlam, sadece birbirinin zıddında durduğu sürece anlamlıdır ve başka bir yerde o anlamlara ulaşılması mümkün değildir. Yani tek başına bir “köle” anlamı, nasıl “efendi” anlam düşünülmeden konumlanamıyorsa, bu konumlandırmadan sonra efendi-köle birbirini var kılan bir çift olarak anlamda zemin bulabilir. Oysa zıtlık bağlantısı kurulmadan yani “mutlak karşılıklılık” ilişkisi anlamın zeminine yerleştirilmeden de anlamlandırma gerçekleşebilir. Böyle bir anlamlandırma ancak, karşılıklılık zemini anlamlandırmanın zemini sayılmadığı oranda gerçekleşebilir. Dolayısıyla birbirine bağlı bir çift olan iki anlamın, onları zıt olarak kuran zeminden bağlarını koparmak o anlamların anlaşılırlığı oranında imkânsızdır. Bu örnekte o zemin “diyalektik” terimiyle karşılanmıştır.

 

Zıtlıklar dışında anlamlandırmanın ya da konumlandırmanın gerçekleşmesi, en başından birinin yerinin sarsılmaz olarak belirlenmesine bağlı. Fakat böyle bir belirleme üstünkörü bir düşünüşte gerçekleştirilmeye çalışılırsa gülünç olur.

 

Her şeyden önce tüm konumlandırmaların zihinde gerçekleştiği gerçeğini kabul etmek gerek. İnsanın ya da insanın zihinde konumlandırdığı herhangi bir şeyin, nasıl bir sabite göre konumlandığı konusu, ancak zihinle doğrudan nasıl ilişkiye geçebileceğimizi bildiğimiz anda başlayabilir. Zihinle doğrudan ilişki diyerek aslında söylemeye çalıştığım doğrudan zihni işaret eden bir işaretçidir. Eğer dilde böyle bir işaretçi varsa, o işaretçi, başka işaretlerin hepsinin dolaylı olarak işaret ettiği zihni, doğrudan işaret eden özel konumuyla çıkış yolunun başlangıcı olabilir.

 

Böyle bir işaretçinin bulunduğunu ve “o” işaretinin doğrudan zihni işaret ettiğini daha önceki çalışmalarımda açıklamıştım. Diğer işaretler de son kertede tabiî ki zihni işaret ediyor. Fakat diğer işaretlerden herhangi biri “o” işaretinin doğrudanlığına ve hatta sabitliğe yakın özel konumuna erişemezler. Aslında “o” işaretinin zihnin tek sabiti olduğunu açıkça söyleyerek devam edelim. “o” kendi konumunu başka bir şeye bağlı olarak kurmaz. Doğrudan “o”dur. Fakat diğer işaretler bulundukları konumu “o” işaretinden hareketle, “o”yu sabit alarak kazanırlar. İşaretçilerden olan “bu”, “o”nun gerçek ortamdaki karşılığı olarak anlam bulmuştur. Daha önemlisi “ben” işareti bile, işaret ettiği şeyi “o”ya göre belirler. Bu kısaca şu anlama gelir: tüm kelimeler, tüm kavramlar ve tüm işaretçilerin zihinde tuttukları bir konum vardır. Onlar birbirine yakın konumlardır ve onları yaklaştıran; aynı ortamda, zihnin ortamında bulunmalarıdır. Ve onların tamamı “o” işaretiyle işaret edilecek bir konumdadır. Yani zihindeki her şey “o” ile işaretlenir ve aynı zemini paylaşmaları aynı işaretle gösterilmelerine nedendir. Zeminin kendisi ise “o”nun kendisidir. Zihindeki tek sabit işaretçi olan “o”, diğer tüm işaret ve anlamların konumu belirleyen bir özelliktedir. “ben” bile “o”ya göre belirlenmiştir.

 

Dolayısıyla iki şeyin birbirine zıt olarak kurulan konumu, sadece bu zıtlıkla açıklanabilir bir anlam zemininde olduklarını gösterir. Ve hangisinin hangisine göre konumlandığı belirlenmekten uzaktır. Oysa zihnin sabiti olan “o” anlaşıldığında herhangi bir şeyin hangi şeye göre konumlandığı da anlaşılmış olur. Hatta zıtlık zemini, düşünmeye “o”ya göre belirlenen yerden başlar.

 

Efendi-köle ilişkisinde bu iki kelimenin herhangi biri kullanıldığı anda hangisinin hangisini oluşturduğu belirlenemez bir sabitsizlik ilişkisi içindedir.

 

“o”yu zihnin sabiti ve her şeyi kendi yerine göre konumlandıran olarak düşünürsek, efendi-köle örneğinden daha geriye giderek düşünmeyi başlatabiliriz. Buna göre efendinin zihindeki konumu, “o”ya göre bir yerde;  “o”nun belirlenimine tabidir. Aynısı köle için de geçerli. Bu ikisinin doğrudan ilişkiye geçmeleri gerçekte imkansızdır. Bunları ilişkilendirmek, her birinin “o”ya karşı sorumlu olmaları ve aralarındaki ilişkinin başlatılması için her birinin önce “o” ile ilişkiye geçmeleri gerekir.  Efendi-köle ilişkisini, birbiriyle doğrudan ilişki içinde olarak düşünürsek diyalektik mantığının önerdiği sonucun dışına çıkmak mümkün olmaz. Bu iki anlam arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Konumlandırma, birinin diğerinin yerini belirlemesiyle başlamaz. Konumlandırma çok daha önce başlatılmıştır.

 

“Ben”, “o”ya göre konumlanmış bir yerde bulunduğu sürece, zihnin, zihin dışı ortama etkisi, ben’in, “o”yla nasıl bir ilişki içinde olduğuyla açıklanabilir. Eğer zihnin belirleyicisi, sabiti olan “o”, zihin dışı ortamda bir şeye karşılık olarak belirlenmişse, işte orada, “ben”, yanlış bir “o”ya göre konumlanmış demektir. Zihnin tamamını, sınırlarına kadar ifade eden “o” ile, zihnin içinde belirlenmiş herhangi bir “o” işareti yani gerçek bir nesnenin zihindeki formuna karşılık gelen o,  birbirine karışmış demektir. Tersten baktığımızda zihinde tüm işaretlerin ve tüm anlamların belirleyicisi olan “o”, gerçek bir şeye karşılık gelmeye başladığı oranda, “ben” o şeyin belirlediği konuma yerleşmeye müsait bir değişkenliğe açık demektir.

Fakat ben’in “o”ya göre konumu, oldukça kişisel bir alanda gerçekleştiği için bunun iki kişi için bile aynı anlama gelmeyeceği, herhangi iki kişi ben’i “o”nun aynı yerine konumlandırmalarının mümkün olmadığını kolayca söyleyebilirim.

 

Burada konuyla ilgili olarak konumlandırmanın zihnin tek sabit işaretçisi olan “o”ya göre yapılması ve bu konumlandırma içinde ben’in bile “o”ya göre konumlanması, tanrı algısını işin içine kattığımızda özel bir önem kazanacaktır. Neredeyse tüm dinlerde tanrıyı işaret etmek için en doğru işaretçi olarak kabul edilen “o”dan da söz etmek gerekir.

 

“O”nun tüm konumların belirlenmesinde tek sabit olarak bulunması, aslında insanın işaretine parmakla işaret edeceği gerçeklik dışında bir ortamı karşılamasıyla ilgili. Öyle ki zihin diye bir yerin olmadığı çok kişi tarafından rahatlıkla söylenebilir. Çünkü elle tutulur ya da kavranabilir bir özellikte değildir. İnsanın doğrudan zihnini işaret edebilmesi için (zihindeki bir şeyi demiyorum), önce onun başka her şeyden farklı bir yapısı olduğunu kavraması gerekiyor. Bütün bilgilerin toplandığı yer olan zihin, işaret edilecekse, kendi özelliklerine uygun bir işaretçiyle işaret edilmesi gerekir. Daha doğrusu işaret edilebildiği anda, o işaretçi zihnin özelliklerini karşılayan bir anlama doğal olarak ulaşmış olur. Geriye dönük olarak, tüm dillerde kullanılan “o” işareti yukarda açıkladığımız özelliklere doğal olarak kavuşmuştur. Çünkü bu işaret, zihnin tanımını yapan bir anlamda zihni var kılan işarettir.

 

“o” işaretinin, tanrıyı doğrudan işaret edebilme özelliği, zihni doğrudan işaret etmesiyle ilgili. Yoksa burada herhangi bir tanrı tasavvurundan söz etmiyorum. Her tasavvur “o”nun belirlediği bir konumdadır. Her tasavvur “o”ya göre konumlanmıştır.

 

Efendi-köle diyalektiğine son kez dönersek, hem efendi hem köle, zihin sabit belirleyicisi tarafından yerleri çok önceden belirlenmiş ve birbiriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan kavramlar olarak algılanmalı. Diyalektik düzemline gelinceye kadar her şey zaten olmuş bitmiştir. Diyalektik; örnekleri her ne olursa olsun, örneklerinin konumları sonsuz bir dönüşlülük gösteren çözümsüz bir mantık önerir. Hiç bir şey, şekli konumu ve tüm nitelikleri belirlenmeden diyalektik mantıkta yer bulamaz; yer bulabilmesi için tüm niteliklerini kazanması, bir anlam olarak ortaya çıkması şarttır.

 

Zihni ve aynı oranda tanrıyı da karşılayan, aynı zamanda zihindeki tek sabit olarak, oraya giren her bilginin konumunu, zihnin içinde bulunacağı yerle birlikte belirleyen “o” işareti, “ben” için belirlediği yer her neresi olursa olsun –ki zaten kişisel bir belirlemedir- “o”ya göre belirlenmiş olduğunu kesinlikle göz ardı edemez. Yani kısaca, insan/ben kendi zihninde bir nesne/anlam hükmündedir ve bu nesne “o”ya göre konumlandırılmıştır.

 

Bu belirleyiciyi (o) hesaba katılmadan yapılan tüm konumlandırmalar, zaten konumları yerleşmiş parçaların ucu sonsuza uzanan bir döngünün içinde, sonsuzca uzayan oyalayıcı işlemlerden ibaret kalır.