Bir zamanlar bu girişim basit ve kolayca tanımlanabilir bir şeydi: Rakip iki veya daha fazla devletin güç rekabeti. Devletler arasında, diplomatların ve askerlerin delicesine tutkun olduğu bu gerilimli karşılaşma, kurumların ve cephelerin, verili bir anda güçlü görüşme pazarlık eğilimi Avrupa tarihimizin merkezinde yer alır. Hatta Avrupa bunların kurucusudur, öyle ki haritayı ve hatta çağlar boyu modern Avrupa’mızı şekillendiren budur.
Bir süredir “Mali’de savaş”tan söz ediyoruz. Bundan o kadar emin miyiz? Bu çatışma, eski bir Avrupa devleti ile başarısız bir Afrikalı devletini, çeşitli unvanlar altında ve çok yakın eş anlamlılıkta birbirine karışmış silahlı eşkıyalar ile karşı karşıya getiriyor.
Ne kurumlar ne diplomatlar bölgede çözüm üretemiyor
Bir şey açık: Bu gruplar devlet değiller. Sınırları ve sabit bölgeleri yok. Ne diplomatları ne kurumları ne de klasik anlamda askerleri var. Müzakere lehlerine olmadığı gibi hayatta kalmaları çatışmaların sürekliliğine bağlı. Çok kolay ve aldatıcı kıyaslar bizi yanlış yola saptırmasın.
Durumu değerlendirmek zaman alabilir. Faaliyete sokulan bu yeni çatışma biçimi, yarım asırdır çöküntüye uğramış durumda bulunan, kaynaşmanın yetersiz olduğu veya hiç olmadığı tüm ülkelerdeki feci şekilde hırpalanmış toplumların derinliklerinden geliyor.
Çatışmanın kökeninde güç rekabeti değil, şiddet müteşebbislerini ideal taraftarlarını bulacakları yere yönelten başarısızlıklar, düş kırıklıkları, dışlanmalar ve horlanmalar var.
Buradaki dini radikalizm doğal olarak ulusal ve özellikle uluslararası politikadan tamamen çekilmeye beklenilen cevap gibi görünüyor. Sahra kuşağı siyasal toplum olarak biçimlendirilemeyince, son on yıllık süreçte kayıtsız bakışlar altında veya suç ortaklığı halinde, Afganistan, Somali, Kongo ve diğer pek çoklarında olduğu gibi savaşçı toplum olarak şekil aldı.
Şiddet müteşebbislerinin tecrit edilmiş aktörler oldukları ve kendilerini “yok etmeyi” olanaklı hale getirecek makul bir gücün kullanılmasının zorunlu olduğu çok çabuk varsayılıyor. Tehlikeli pervasızlık. Zira savaşçı bir toplum, rakip bir devlet gibi mücadele etmez.
Devletlerin aksine böyle bir toplumun rasyonalitesinin özünü, şiddetin olağanlaştırılmasında bulduğunu unutmayalım. Savaş, büyük güçlerin üstesinden gelemeden geri çekilmek zorunda kaldıkları diğer bölgelerde son haddine kadar zaten denendi.
Bu toplumlar, sömürge-sonrası dönüşümlerce istenmeyen toplumlar
Modern devletler, Rönesans’tan sonraki asırlar boyunca, açık bir biçimde “düşman” olarak adlandırdıkları benzerleriyle savaşmayı öğrendiler. Krizdeki bir toplumun labirentlerinde ortaya çıkan aktörlerle –yönelimleri ne olursa olsun, yüce gönüllü veya suçlu, bazen her ikisi bir arada– başarılı bir şekilde karşı kaşıya gelmeyi hiç öğrenemediler.
Uluslararası arenada uzun zamandan beri istenmeyen toplumları, özellikle sömürge-sonrası dönüşümlerce istenmeyen toplumları cebren birbirine bağlayan küreselleşmenin diğer verilerini hesaba katmak artık zorunluluk arz ediyor.
Bununla birlikte Sahra kuşağında çıkarı olan kim? Kim Afrika’daki politik yapılanmadaki başarısızlıklardan endişe duyuyor? Ve bilakis, kim başarısızlıklarını pohpohlamadı ve teşvik etmedi tahakküm etmeye devam etmek için?
Bu ihlaller, güç kullanımının yürürlüğe konduğu yerde genişlemelerine hizmet etme riski bulunan ve yalnızca siyasetin üstesinden gelebileceği şiddetin uğursuz çemberini besleyen intibaksız bir savaş yoluyla düzeltileceğine safça inandığımız vahim bir silsilenin görüntüsü altında bulunuyor bugün.
Şu iki parametre akılda tutulmalı. Birincisi, şiddet müteşebbisi bir alanda sabit değil; bilakis desteklendiklerini bildikleri geniş bir toplumsal mekanda hareket halinde: Doğası itibariyle Sahil kuşağının, devlet sahnesinin dışında kalanları kazanma konusunda yeterince elverişli olduğunun kanıtı olan coğrafyası, sosyal ve siyasal sefaleti gibi.
Bölgedeki umutsuzluk trajik bir biçimde gönüllü katılımla dengeleniyor
Öte yandan, şiddet müteşebbisi hayret verici yoğunlukla toplumsal mekanda faaliyet halindeki güçleri kendi lehine seferber etmeyi, devlet tarafından ihmal edilen toplulukları çeşitli biçimler altında bu şiddet uygulamalarına yaklaştıran oldukça gelişmiş bir savaş ekonomisiyle her tür bağı, kötü amaçlı veya değil, kurmayı biliyor: Buradaki umutsuzluk, söz konusu şehir eşkıyaları tarafından kendilerine kıyafet ve gıda malzemesi temin edilen çocukları da içeren gönüllü katılımla trajik bir biçimde dengeleniyor.
Afganistan, Somali ve aynı türden tüm diğer vakalar bize sözde “uluslararası toplum”un bu tür dramlara bulduğu çözümlerin yalnızca kötü ve çoğu zaman ise kötüden de kötü olduğunu öğretmiş olmalı.
Her şeyden önce, “uluslararası toplum”un olmayışı dolayısıyla 1945’ten beri Birleşmiş Milletler kendi adına müdahalede bulunmasın diye her şey yapılmış; buna karşın başkalarının, kendilerine son derece şüpheyle bakılan başka güçlerin ve köşe başında bekleyen şiddet müteşebbislerinin müdahalede bulunmasına meydan verilmiştir.
Cezayir’in, Mali’nin Pakistan’ına dönüşmek istediği malum mu?
Ayrıca zaman zaman ve hatta şimdi bile göklere çıkarılan çözümlerin bölgeselleşmesi nedeniyle açık çelişkiler teşvik ediliyor. Tanım itibariyle sınırları olmayan bir çatışmada, uluslararası bir nitelik kazanan ilk kurban öncelikle komşusu olan ülke.
Cezayir’in, Mali’nin Pakistan’ına dönüşmeyi arzuladığı kesin mi? Aynı şekilde, devletler, ABD başta olmak üzere ve özellikle Almanya, böyle bir macerada ortaya çıkacak riskleri fevkalade iyi kavrıyorlar.
Sonuç olarak savaş, ilerlemek için ihtiyacımız olan siyasi tahayyülümüzü ve büyüklüğümüzü az veya çok yıpratmış olduğu için bir sol hükümetten beklenen bu durumu dünyaya izah etmesi ve herkesi harekete geçirmesidir. Bir zamanlar General Faidherbe (1818-1889), Sahra kuşağındaki kalelere karşı taarruza geçen radikal İslam savunucusu silahlı eşkıyaların peşine düşmüştü. O zamandan beri ne yaptık?
Kaynak: Le Monde
Dünya Bülteni için tercüme eden: Muhsin Korkut