"Özgür Suriye Ordusu'na verilen silahlar bölgedeki durumu gerçek anlamda değiştirecek ve dönüştürecek." Bu sözler, Doha'da birkaç gün önce yapılan "Suriye'nin Dostları" toplantısında açılış konuşması yapan Tümgeneral Selim İdris'e ait. Toplantıda ilk defa Suriye'nin kuzeyinde ve kuzeybatısında etkin olan bir İslami hareket de bulundu. Bu sayede Suriye'nin dostlarının silahlar için tek bir adrese işaret etmeleri de kolaylaşmış oldu. Amerikalılar ve Avrupalılar Ulusal Koalisyon'a saflarını genişletmesi için birkaç hafta yeterince baskı yapmıştı. Şimdi de aynı yolla savaşçı örgütlere daha koordineli olmaları için baskı yapıyorlar. Böylelikle gerekli donanımın temininin sağlanması daha kolay hale gelecek.  Ancak yine de bu gelişmeler, ABD'nin ve Avrupa'daki dostlarının kararlılığını belirlemede yeterli değil. Bu ancak Kusayr hezimetinden sonra Halep, Şam ve diğer şehirlerde dengeyi sağlamak için hedeflenen bir durum. Yani muhalifleri silahlandırma kararı sadece Haleb'in ve diğer kentlerin sonunun Kusayr gibi olmasından endişelenmelerinden kaynaklanıyor. Bu defa muhalif savaşçılar yenilgiye uğramamalılar. Bölgedeki aktörler, savaşı sahiplenip Rusya ve İran'a karşı kendilerini savunmaya geçtiler. Bu nedenle Rusya ve Çin de Esad rejiminin ömrünü uzatmak ve meydan okumalarını artırmak için güçlü sebeplere başvurma fırsatı buldular. Yani şu an herkes savaşın doğasını ve oluşacak sürprizleri kendi lehine çevirmek için bir silahlandırma yarışına girmiş durumda.

Savaşlar, diplomasiler ve siyasi eylemler gibi anlık hesaplara veya tahminlere göre yürütülecek bir şey değil. Bunun yanı sıra savaş meydanında kalan son kişi savaşın sonunu belirleyen ve siyasi sınırlarını çizmeye sahip tek kişidir. Dış güçlerin rolü hemen hemen mühimmat sağlamak ve siyasi destek sunmakla sınırlı. Bu yüzden Moskova, müzakere masasında Amerika ve Avrupa'yı muhalifleri himaye etmedeki yetersizlikleri nedeniyle suçluyor. Aynı şekilde karşı taraf da Rusya'yı katliamları durdurması konusunda rejimi ikna edemediği ve siyasi çözümlerinin hiçbir işe yaramadığı konusunda suçluyor. Dolayısıyla her iki taraf da meydanda kalan son aktör olmayı planlıyor.

İşte bu nedenle Cenevre-2 konferansının sonu bölgede kurulacak güç dengesinin belirleyicilerinin ellerinde rehin olarak kaldı. Toplantı önümüzdeki Ağustosa ertelendi ve belki de bu tarih daha da uzayacak. Burada, güç dengesinin belirlenmesinde Suriyelilerin -her ne kadar tek başlarına mücadele etseler de- tek söz sahibi olmadıkları anlaşılıyor. Ayrıca savaş da sadece rejim ve devrimciler üzerine dönmüyor. Ortada ciddi bir mezhep ekseni var. Bir tarafta İran diğer tarafta Arap ülkeleri, bölgede mezhep çatışmasını kızıştıran ve ülkeyi tahrip eden etmenler. Bunun dışında ABD ve sadece ÖSO'nun silahlandırılmasını değil aynı zamanda Türkiye'den sonra Ürdün'de de patriotların gelmesine itiraz eden Moskova arasında da ciddi sorunlar var. İşte bu yüzden Suriye'ye silah akışı hiçbir zaman durmayacak. Silah sevkıyatı ve asker temini Rusya ve İran tarafından rejimin hizmetine her zaman gönderilecek. ABD, Avrupalı ve Arap dostlar ise muhalifleri silahlandırmakla bir aşama daha ilerlediklerini düşünecekler ama krizin hala devam ettiğini görecekler.

Bölgedeki durumun bu denli sıcak olmasından dolayı Suriye için bulunan formüller üzerinde iç siyasette hiçbir uzlaşıya varılamayacağından korkuluyor. Kriz artık tek başına Suriye ile sınırlı değil. Yaklaşık bir asır önce dış güçler tarafından "Büyük Suriye" veya "Osmanlının Tacı" rüyasıyla Sykes- Picot anlaşmasının belirlediği coğrafi sınırların artık bir hükmü kalmadı.  Sınırlar artık geniş tabanlı devletlerin egemenliği itibara alınmaksızın çiziliyor. Suriye'ye sınırı olan komşu ülkelere göz atıldığında ise Ürdün'den Irak'a, Türkiye'nin güneyinde Lübnan'a uzanan ve giderek artan gerek güvenlik gerekse egemenlik alanındaki çatırdamalar, Fransa-Britanya ittifakının neredeyse son bulduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra savaşçı örgütler, mülteciler, silah tüccarları ve kaçakçılar da bu ülkelerde artık kontrol edilebilir halden çıktı. NATO'nun Türkiye'ye yığdığı patriotlar veya Amerika'nın Ürdün'de kurduğu üsler dahi sınırların belirlenmesinde öncü bir rol oynayamaz. Umutla çizilen hiçbir uzlaşı planı da durumu düzeltmeye güç yetirebilecek gibi gözükmüyor. Uluslar arası toplum ise Suriye'ye müdahale edip savaşa son verme fırsatını çoktan kaçırdı.

Suriye'nin bölünme tehlikesi ve rejimin Amerika'nın tereddütle yaklaştığı ve Moskova'nın da sürekli uyarılarda bulunduğu aşırıcı güçler tarafından düşürülmesi korkusu, yerini bölgede bütünüyle çok daha büyük korkulara bıraktı. Aynı korkulara askerlerini kırk yıl önce Lübnan'a gönderen Hafız Esad'ın kafasında iki düşünce vardı: İlk olarak Lübnan'daki iç savaşın Suriye'ye sıçramasını istemiyordu. İkincisi ise Sykes- Picot ile ayrılmış olan kardeş ülke Lübnan'ı büyük Suriye topraklarına yeniden eklemleme fırsatını başka bir zaman bulamayabilirdi. Suriye'nin yanında ne Irak ne de Ürdün Lübnan'da on beş yıl süren iç savaştan uzağa kaçamadı. O kadar ki körfez ülkeleri bile bir yolla savaşla bir süre meşgul olmuşlardı. Sonrasında da savaşı bitirecek olan Taif anlaşması için tüm çabalarını sarf etmişlerdi. Bugün ise mesele tahmin edildiğinden daha büyük ve tehlikeli. Ateş, uyarı beklenti veya spekülasyona ihtiyaç duymadan yanan her hangi bir grubun değil, bölgenin tam kalbinde tutuştu.

Suriyeli Kürtler devrimin başından beri pozisyonlarını sessizce korudular. Ancak ülkedeki kaos derinleştikçe ve parçalanma senaryoları kuvvetlendikçe kardeşleri olan Irak Kürdistanı'nı taklit etme fırsatları güçlenecek. Aslında Suriyeli Kürtlerin Iraklı kardeşlerinden aldıkları nasihatler de sır değil. Suriye'nin sahil kesimi için dolaşan alternatif planlardan ise bahsetmeye gerek bile yok. Beşşar Esad'ın Şam'dan çıkarılması başarılırsa eğer kuracağı Alevi devletini kastediyorum. Tabi Esad bu planı için yalnızca Suriye sahillerini değil sınırlarını Lübnan'ın içlerine kadar uzatarak Bekaa ve güney Lübnan'ı da dahil ediyor. Irak'ın sünni bölgelerine karşı hükümetinin nasıl yaklaştığından da bahsetmeye gerek yok. Öte taraftan Türkiye'nin güneyinde olup bitenler, Alevilerin, Türkiye devletinin Suriyeli mültecilere ve askerlere kapılarını açmasından duyduğu rahatsızlık ve Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı güçlükler de madalyonun diğer bir yüzü.. Sınırlardan uzaklarda ise farklı rahatsızlıklar yükseliyor.  Yemenden Bahreyn'e uzanan mezhep kutuplaşmaları, körfez ülkelerindeki Şii topluluklar – ki İran bu grupları körfez ülkelerine karşı her zaman kalkan olarak görmüştür- Suriye krizini derinleştiren diğer sebepler olarak dünyanın gündemine oturuyor.

Mesele Barak Obama'nın Nusra Cephesine dair korkularından çok daha büyük... Nedense Nusra Cephesi Obama tarafından yakında Doha'da büro açmaya hazırlanan Taliban'dan çok daha tehlikeli gözüküyor! Mesele Putin'in Esad'dan sonra oluşacak olan boşluğa dair endişelerinden de daha büyük..  Çünkü çizilen hatlar artık sınır komşularının içine kadar girdi. Uluslararası çevreler Ürdün'deki Suriyeli mültecilerin ülkenin beşte bir nüfusuna denk geldiğini bu yüzden sosyal güvenliği ve ekonomisi açısından ciddi bir tehlike oluşturmaya başladığını ifade ediyorlar. Ama aynı çevreler Lübnan'a gelince söylemlerini değiştirerek Suriyeli mülteci sayısının bir milyonu aştığı ülkede Sayda'dan Trablus'a, Beyrut'tan Bekaa'ya hatta sınırdaki Akar ve Hermel muhafazalarına uzanan bir mezhep çatışmalarından bahsediyorlar. Hâlbuki ortada ülkenin demografisini etkileyen ciddi bir tehlike var. Lübnanlılar bu aleni değişimi ortaya koymaktan çekinmiyorlar ve bir araya geldikleri zaman tehlikeye dikkat çeken sohbetlerde bulunuyorlar. Lübnan halkına göre Filistinliler ve mülteci kamplarındaki artışla beraber Sünni nüfus ülkenin yarısından fazlasına karşılık geliyor. İşte bu nedenle Hizbullah'ın Suriye içlerine kadar girip intikam almasına seslerini çıkarmıyorlar. Belki de Hizbullah fitneyi yok etme konusunda gücünü abartıp bölgedeki diğer aktörlere nazaran doğrudan mezhep mücadelesi imajı serdetmeye çalışıyor. Irak'taki durum da Lübnan'dakinden farklı değil. Mezhebi kutuplaşmalar şiddetini giderek arttırıyor. Sınır bölgelerinde veya illerde çıkan karışıklıklar 90'larda başlayan ve etkisini günümüze kadar hissettiren sorunlara geri dönüleceğinin sinyalini veriyor.

Sözün özü, bugün Suriye'de uzlaşma planlarını önce Lübnan'da sonra Irak'ta belirginleşen bölünme oyunu üzerinden yapanlar, bu oyunun külleri henüz soğumayan ve zaman zaman alevlenecek olan büyük bir yangına sebep olamayacağını hesap edemiyorlar. Her ne kadar Lübnan'daki Hıristiyanlar, ulusal katılımlara destek verseler ve Taif anlaşmasına olan bağlılıklarını dile getirseler de, onların büyük bir çoğunluğu haksızlığa uğradıklarını ve marjinalleştirilmeye çalışıldıklarını düşünüyor. Lübnanlı Hıristiyanlar kendileri hakkında alınan kararların Sünnilerin ve Şiilerin oynadıkları ve kurallarını kendilerinin belirledikleri siyasi bir oyunun parçası olarak kabul ediyorlar. Şiileri de hesaba katmalarının nedeni iç savaş zamanında direnişten ve saldırılardan bir başarı elde edemeyince de Şii ortaklarıyla olan direniş sözleşmesine son vermeleriydi. Bugün ise Lübnan'daki Hıristiyanlar birden bire seslerini yükseltmeye ve siyasi katılım için daha fazla hak arayışı çabasına girdiler. Ne sünni, ne şii.. Görünen o ki, Şu an yalnızca kendi başlarına kendi planları doğrultusunda ilerlemeyi hedefliyorlar.

Irak ve Lübnan'daki bu tabloya bakınca akla bazı sorular geliyor: Suriye'de uzlaşmanın sağlanması için Alevilerin bölünmesi ne kadar süslü gösterilmeye çalışırsa çalışılsın çoğunluk tarafından kabul görecek mi? Eğer bu bölünme formülü başarıyla sonuçlanmaz ise Sykes- Picotl'a belirlenen sınırlara yeniden geri dönülmesi mümkün olabilir mi? Ve hepsinden önemlisi bu bölünmeler bunca savaş ve katliamlardan sonra bir gerçek bir çözüm getirebilir mi?

Kaynak: El Hayat
Dünya Bülteni için çeviren: Tuba Yıldız