Laiklerin pek çoğu, Batılılar bilimsel ilerlemelerle meşgul olurken, Mars"a ve Satürn"e yapılacak uzay yolculuklarıyla ilgilenirken, İslâmcıların, kafalarını önemsiz meselelerle meşgul etmelerinden usanmış bir halde oflayıp duruyorlar.

 

Bu laikler, faizin helal-haram kılınması ve kadının giyimi gibi İslâmcıların meşgul olduğu meselelerle alay ediyorlar.

 

Bu laik alaycılığa karşı çok yönlü ve uzun cevaplar verilebilir. Ancak biz özetle ve basit bir şekilde diyoruz ki, Batı"yı meşgul eden tek şeyin uzay ve bilimsel ilerlemeler olduğunu sanmak doğru değildir. Onların ilgilendiği önemsiz meselelere verilecek örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Paris Hilton ve annesi hakkındaki haber dizileri de, bunlara verilecek son örnek değildir.

 

Diğer taraftan, bizi, uzaya çıkmaktan ve bilimsel başarılar ortaya koymaktan alıkoyanının faizin helal-haram kılınması ve kadının giyimi gibi meselelerde yapılan tartışmalar olduğunu sanmak da doğru değildir. Şayet bu meseleleri konuşmaktan vazgeçsek, bir uzay mekiği bizi anında Güneş"e mi taşıyacak.

 

Laikler yirminci yüzyılın başlarından itibaren, batılılaşma iddiasıyla, kafalarımıza vurarak, İslâmi kültürümüzü ve kişiliğimizi yıkmaya çalışıyorlar. Böylece, zihinlerimiz bulandırılarak ve kirletilerek, üretkenliğimizin, kalkınmamızın, ilerlememizin, fakirliğin ve cehaletin üstesinden gelebilmemizin kaynağı olan doğru referansı yeniden bulamayacak bir hale gelmemiz isteniyor.

 

Söz konusu batılılaşma iddiası ise asla, Japonya"nın, Çin"in ve hatta Kore"nin gerçekleştirdiği gibi bir kalkınmayı gerçekleştirebilecek bilimsel bir program içermiyor. Bu durum yanlışlıkla gözden kaçmış bir şey değil, aksine çok ayrıntılı bir şekilde hazırlanmış bir planın gereğidir. Laikler de bunu çok iyi biliyorlar. Bu plan, hiçbir Arap ve İslâm ülkesinin, efendisi durumundaki Batı"nın çizmelerinin hizasını aşmasına bile müsaade etmez.

 

Faizi serbest bırakan, örtüyü yasaklayan, Latin alfabesini seçen ve yönetimde İslâmi ilkelerden tamamen kopan Türkiye örneği ortada duruyor. Bütün bu tavizlere rağmen Türkiye Batı"ya denk olabildi mi? Ay"a veya Mars"a ulaşabildi mi? Tabi ki hayır. Niçin? Çünkü Batı onun –bir zamanlar makamından korkulan bir hilafet devletiyken- artık taklitçi bir maymuna dönüşmesinden başka hiçbir şeyine müsaade etmez.

 

İran"ın nükleer programına karşı çıkılırken, Siyonist devletin gizli ve açık olarak yürüttüğü nükleer faaliyetlerin görmezden gelinmesi de, bu konudaki bir diğer örnek olarak karşımızda duruyor. Acaba laikler, faiz helal kılındığında, Müslüman kadınların şuurlarının ve bedenlerinin soyulmasına göz yumulduğunda, gerçekten bilimsel geri kalmışlığın ortadan kalkacağını ve Ay"a çıkmak için sihirli bir ipe sahip olacağımızı mı sanıyorlar? Yoksa Batı, kendi hâkimiyetleri dışında ortaya çıkan ve ışığıyla şimşek gibi parlayan dâhi bilim adamlarımıza karşı sürdürdüğü suikastlara devam mı edecek?

 

Burada müsteşar Tarık el-Beşeri"nin, birkaç yıl önce “Çağdaş İslâmi Mesele” ismiyle yayımladığı notlarını zikretmeyi uygun buluyorum. Bu notlar, Tarık el-Beşeri"nin sınırlı sayıda kimselerin yer aldığı bazı meclislerde sunduğu veya herkesin ulaşamayacağı bazı dergilerde ve gazetelerde yayımladığı araştırma ve makalelerinin bir araya getirilmesinden oluşuyor.

 

El-Beşeri, bir araya getirip tasnif ettiği bu notlarında, bazılarının, artık ele alınıp tartışılma kapısının tamamen kapandığını sandığı konuları ele alıp tartışarak, daha geniş kesimlere, akıllarını ve zihinlerini canlandırıp harekete geçirme fırsatı veriyor. Tıpkı “Osmanlı hilafeti”, ondaki ıslah hareketleri ve -herkesin tekrarlayıp durduğu hazır söylemlerle- bütün haksız düzenler gibi yıkılıp yok olması ve tarihe gömülmesi konusu gibi.

 

Yine “çağdaşlık”, “dışardan gelen ve miras olarak devralınan”, “reform”, “modernleşme”, “gelişme”, “taşkınlık (haddi aşmak)”, “Raşit halifeler döneminden sonra şeriat ortadan çekildi mi?” gibi konuları da ele alıp tartışıyor. Evet, el-Beşeri, laiklerin ikinci bir kez gözden geçirip üzerinde düşünmeden hemen kabullenip benimsediği ve aynı şekilde genç nesillere de üzerinde düşünme fırsatı vermeden, hemen benimsetmeye çalıştıkları konuları ele alıyor.  

 

“Çağdaşlığın mahiyeti” konusunda şöyle diyor: “Arap-İslâm dünyasının karşı karşıya geldiği en önemli şey, on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar tartışmasız hâkim durumdaki Arap-İslâm medeniyeti ile yine aynı yüzyılın başlarından itibaren Batı"nın siyasi, ekonomik ve askeri nüfuzuyla birlikte gelen Batı medeniyetinin yüzleşmesidir. Son iki yüzyıldır Arap-İslâm tarihi, bütün yönlerden bu yüzleşme ile bağlantılıdır.

 

On dokuzuncu yüzyıl boyunca Arap-Müslüman düşünürlerin ve siyasi önderlerin dikkatleri, bu siyasi ve askeri yüzleşme üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu kişiler, bir taraftan Batı"nın güçlü oluşunun ardındaki sebepleri araştırıp onu kendilerine nakletmenin, diğer taraftan da kendilerinin zayıf oluşunun ardındaki nedenleri araştırıp onları gidermenin yollarını aramışlardır.

 

Ancak kaydettiği bilimsel üstünlükle desteklenen Batı"nın siyasi ve askeri devrimi, bu düşünürlerin ve siyasi önderlerin, Batı"dan neleri almaya mecbur olduklarını ve yine kendi sistemlerinden, fikirlerinden, medeniyetlerinden ve inançlarından neleri istediklerini belirleme konusundaki terazilerinin dengelerini bozdu.

 

Siyasi ve askeri çöküş gerçekleşince, Batı medeniyetinin ortaya koyduklarından, Araplara ve Müslümanlara faydalı olacakları seçip belirleme kriterleri tamamen bozuldu. Böylece faydalı ile faydasız olanı birbirinden ayırma kudreti felce uğradı ve tecdit (yenilenme), taklit, kalkınma, değişim, ıslah ve bir şeyi diğeriyle değiştirme arasındaki farklar da belirsizleşip ortadan kalktı.”

 

Bu notlarda el-Beşeri"nin dışa vuran şiddetli öfkesini gözlemleyebiliyoruz; ancak bununla birlikte o, yanlışları düzeltmek için, öfkesini, sakin ve delillerini de ortaya koyarak açık ve anlaşılır bir şekilde ifade ediyor. Kelimelerini büyük bir özenle seçiyor ve bazen de yeni kavramlar kullanıyor. Daralmış ve müsamahasız bir kalple, birilerini suçlama ve karalama yoluna gitmiyor; aksine alabildiğine geniş bir kalp ve hoşgörüyle ortaya doğru bir bakış açısı koymaya çalışıyor.

 

Şöyle diyor: “…Biz şu anda gelenekten neleri alacağımızı sorguluyoruz, tıpkı dedelerimizin dışarıdan neleri alacaklarını sorguladıkları gibi.” İslâm hakkında -İslâmcı olmayanların ele alış metotlarını da düzelterek- şöyle diyor: “… İslâm, toplumun alacakları ve bırakacakları konusunda, tartılan değil, tartandır (terazidir); o, kendisi hakkında hüküm verilen ve seçilen değil, hüküm verme ve seçme kriteridir.”  Yine şöyle diyor: “İslâm"dan korkulmasının, her şeyden önceki sebebi, “dışarıdan gelen” ile “çağdaşlık” ve “miras olarak devralınan (gelenek)” ile “referans (asıl kaynak)” kavramlarının birbirinden ayrılmaz bir şekilde eş anlamlı olarak kullanılmasıdır.

 

Sonra, ondan başkasının yazılarında okumadığım “yıkıcı ıslah/reform” ifadesini kullanıyor. Bu ifadeyi, ıslah kelimesi altında, modern tarihimizin şahit olduğu her alandaki geniş çaplı girişimleri anlatmak için kullanıyor. Çünkü bu girişimler –yapay olmanın da ötesinde- durumumuzu daha da bozan ve çıkmazlara sokan, gerçek ıslahtan (onarmaktan ve düzeltmekten) çok uzaktır. Hastaya, onun durumuna uymayan ve bünyesinin kabul etmediği bir ilacın verilmesidir.

 

 

Bu makale Hasan Zahid tarafından Arapça'dan Türkçe'ye tercüme edilmiştir.