Belgesel film uzaktan kolay bir tür olarak görünür. Oysa özellikle insan unsurundan yararlandığında kurmacaya göre kılı kırk yarmayı gerektirmeli. Kurmaca çeşitli yollarla hikayesinin kaynaklandığı, ilham veren olay ve kişilerden uzaklaştırılabilir. Belgeselin tabiatı bu uzaklaştırmaya pek izin vermiyor. Bir belgesel hem gerçek hayata, mesnet ve tanıklara sadakatine inandırmalı hem de temasını ustalıkla verme başarısını göstermelidir. Türk sinemasının yüz yılı aşan tecrübesi kurmaca alanında önemli bir aşama kaydettiğimizi ortaya koyan örneklerle dolu. Belgesel alanında ise almamız gereken önemli bir mesafe var. Bunun en önemli sebebi kurmacanın “eğlenceli” yönünün çok fazla öne çıkması olsa gerek. Bir belgeselin seyirciyi sıkacağına dair önyargı uzun zaman sanatçıların elini kolunu bağladı.
Batı sineması dünya gişelerindeki hakimiyetinin sağladığı avantajla belgesel alanında daha rahat bir gönülle gelişiyor. Hatta kurmacanın çeşitli buluşlarına karşılık artık tatmin edemediği, belgeselden öğrenmeyi tercih eden bir seyirci kitlesinden söz edilebilir.
14-28 Kasım tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşen Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde yarışan yerli ve yabancı belgesel filmleri izlerken Batı sinemasında belgeselin kazandığı ağırlığı daha somut olarak gördüm.
Ana jüride benimle birlikte 14 isim yer alıyordu: Omar Metwally, Kristina Krepela, Amy Fox, Mick Casale, Carol Dysinger, Prakash Sharma, Tarık Tufan, Bora Gökşingöl, İlksen Başarır, Hamit Aydın, Ferhat Aslan, Coşkun Çokyiğit, Abdurrahman Öner ve Semir Arslanyürek. Ahmet Uluçay Büyük Ödülü ise Lorenzo Soria, Belçim Bilgin, Yasmine Golchan ve Ivana Chubbuck’tan oluşan Büyük Ödül Jürisi tarafından belirlendi.
Katedral (Konrad Kastner, Almanya), Goran (Roberto Santaguida, Sırbistan), Olmak ve Geri Dönmek (Xacio Bano, İspanya), Buradayım (Ahmed Abdelnaser Ahmed, Mısır-Suriye), Saf ve Temiz (Ronny Trocker, Fransa),Sodom’un Çocukları (York-Fabian Raabe, Almanya) gibi filmler arasında bir seçme yapmak jüriyi bir hayli zorladı.
“Görüntü” alanında ödüllendirdiğimiz Katedral, gerçek kişilerle röportajlara yer verilmeden nasıl belgesel yapılacağının başarılı bir örneği. Film, Moğolistan’ın bir köşesinde sırf ülke ekonomisini canlı tutmak üzere kurulan bir şehrin hikayesi üzerinden inşaat sektörünün geleceği üzerine düşünmeye sevk ediyor. Sovyet ekonomi sisteminin de çöküşünün ardından serbest piyasa ekonomisine geçen bir ülkenin ekonomik verilerini canlı tutma adına giderek -bir kutsamayla- yükselen hayalet şehir, inşaata dayalı ekonominin tabiatını ortaya koyması açısından sarsıcı bir örnek. “Saf ve Temiz”in de kendine özgü sebeplerle koruduğu bir şeyler var; yüzler, isimler, hatta mekanlar… Konu, İtalya’da bir kasabada Çingeneler tarafından tecavüze uğradığını söyleyen 16 yaşındaki kızın ağabeyi tarafından anlatılıyor. Kız aslında tecavüze uğramamıştır, ama söylenti yayıldıktan sonra galeyana gelen kasaba halkı, yaşadıkları çiftlik evindeki binaları yakarak Çingeneleri kasabadan uzaklaştırmak ister. Gerçek görüntüler olmadığı halde canlandırmalar yoluyla yaşanan acı olayları hissettirmeyi başarıyor film. Bir kez daha düşünüyorsunuz izlerken: Belgesel gerçeği ancak kişi ve olayların ihtiyaç duyduğu mahremiyeti gözetmek suretiyle sunmaya izinli.
Yerli belgesellerde öne çıkan başlıca tema, işçilerin zor çalışma şartlarıydı. Yapım Destek Fonu kapsamında yarışan filmler arasında da bu tema ağırlık kazanıyordu. Türk belgeseller arasında en yüksek notu verdiğim Turgay Ciner’in yönettiği “Cibik” “En iyi belgesel” ödülünü kazandı. Erciyes Dağı’nın eteğindeki büyük sazlıklardan birinde zor şartlar altında çalışan sazlık işçilerinin çalışma şartlarını gündelik hayatlarıyla anlatıyor film. Giderek piyasada aranmaz olan palancılık gibi el sanatlarını hâlâ yaşatmakla birlikte çırak edinmeyecek kadar gelecekten umutsuz olan ustaları anlatan Sinan Arıkan’ın yönettiği “Çıraksız ustalar”, İBB Ödülü’nü hak ediyordu.
Belgesellerle ilgili dikkatimi çeken bir hususu da belirtmeden geçmek istemem: Yerli ya da yabancı olsun, belgesel yönetmeni ya daha Doğu’ya gidiyor ya da Güney’e. Belgesel sanatçısını oturmuş mekanlar, müreffeh semtler, kuralları oturmuş şehirlerin “temiz” ahalisi cezbetmiyor.
Festivalde yarışan kurmaca filmler, yukarıda değindiğim üzere belgesele göre daha başarılı olduğumuzu gösteren bir kalite ve zenginlik içeriyor. Yerli kurmacalar arasında devletin 1993’te düşük gerilimli savaş için bir önlem sayarak uyguladığı zorunlu göç çerçevesinde dul bir kadının çocuklarıyla birlikte büyük şehirde tutunma mücadelesini konu alan Adem Başaran (Orhan İnce, 2004), jüri tarafından ittifakla birinciliğe layık bulundu. Film, çocuk işçi meselesini başarıyla işliyor. Kürtçe seslendirilmiş Dondurma (Serhat Karaaslan, 2014) savaş hikayeleri anlatan dondurmacı, annenin dondurma parası yerine geçecek ayakkabısı… gibi çeşitli klişelere düşmeseydi bir şansı olabilirdi. Yapım Destek Fonu kapsamında yarışan “Günah” (Gülistan Acet, 2014) benzer şekilde Kürt meselesinin işlendiği sayısız filmin içeriğini çağrıştıran sahnelerle ilerliyordu.
Geri dönüş ve hesaplaşma, yerli ve yabancı kurmacalar içinde ağırlıklı bir yer tutuyordu. Bu filmler arasında Yapım Destek Fonu kategorisinde yarışan evi terk eden erkeğin yıllar sonra ağır hasta olarak dönmesinin ardından gerçekleşen zor hesaplaşmayı konu alan Semih Korhan Güner’in yönettiği “Duvarların Ardından” öne çıkıyordu. Benzeri filmler arasında dikkat çeken bir diğeri, Gökçe Erdem’in yönettiği, yazar erkek kardeşin hasta annesinin vefatından sonra yaşadığı kasabaya dönüşünde ablasıyla yaşadığı hesaplaşmayı konu alan Haziran.
Yarışmaya katılan filmler arasında savaş ve mülteci sorununu konu alan filmlerin olmaması beklenemezdi. Ahmed Abdelnaser Ahmed’in yönettiği “Mısır-Suriye ortak yapımı “Ben Buradayım” çocukların gündelik hayatını oyun misali savaşa karıştıran sahneleriyle benzeri filmler arasından sıyrılarak “En İyi Uluslar arası Belgesel” ve “En İyi Kurgu” ödüllerini aldı. “En İyi Yabancı Kurmaca”, “En İyi Senarist” ve “En İyi Çocuk Oyuncu” gibi ödülleri toplayan Hırvat yönetmen Una Gunjak’ın “Tavuk”u savaşın gündelik hayata etkilerini ustalıkla yansıtan bir yapım. Süren savaş şartlarında Selma altıncı yaş günü için kendisine hediye edilen tavuğu oyun arkadaşı olarak benimseyip ona bağlansa bile, pişirilmiş olarak sofraya getirildiğinde yemekten geri durmuyor. Bunu “barış şartları” zaviyesinden bakan herhangi biri nasıl yadırgayabilir? Film hayat üzerinden konuşuyor, ideal bulunanı anlatmıyor. İzlerken aklıma Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata’sında, filmin antikahramanı Mahsun’un belediye tarafından Hisar içine salınan tavuskuşları ile olan ilişkisi geldi.
Çevre sorunu üzerine filmlerden aklında kalan, Almanya yapımı, York-Fabian Raabe’nin yönettiği “Sodom’un Çocukları”. Gana’nın başkenti Accra yakınlarındaki Agbogbloshi’de, bir tür elektronik eşya çöplüğünde yaşayan otuz bin sokak çocuğundan ikisinin, Oko ve Kojo’nun gündelik hayatını anlatıyor film. Bu çöplükteki atıkların çoğunun Batı dünyasından geliyor olması hatırlanması gereken önemli bir bilgi.
Göçmen işçilerden maden ocaklarına, güvencesiz inşaat işçilerinden süpürgecilik gibi talebin azaldığı alanlarda çalışan emekçilere, işçi meselesini dert edinen başarılı filmler vardı. Bunlardan ilk aklıma gelen,kurmaca alanında, Soner Sert’in yönettiği iskeleden düşme sonucu sakatlandıktan sonra iş arayışına düşen bir işçiyi konu alan “Baba”.
İyi bir derece almasını umduğum halde dereceye girmeyen filmlerden söz edecek olursam da ilk aklıma gelen, Cevahir Çokbilir’in bir 12 Eylül filmi, Nar Zamanı. Dul annenin bir askeri araca bindirilip götürülen oğlu Mustafa’yı tekrarlanan nar hasadıyla ve iki küçük kızıyla birlikte –umutsuzca- bekleyişi ve bu bekleyişin mekanlara sızdırdığı hüzün çok başarılı anlatılmış. Geriye kalan kadınların, özellikle annenin bakışları ve seslenişleriyle ailenin erkeklerinin duvara asılı fotoğraflarıyla oluşturmaya çalıştığı bütünlük giderek keskinleşen bir yas iklimini güvenceye alma çabasına dönüşüyor. Yukarıda değindiğim gibi, bir hayli çarpıcı bir konuyu başarıyla işlemiş olan “Katedral”in daha iyi değerlendirileceğini umuyordum. İspanyol yönetmen Jorge Lopez Mavarrete’nin “At ve Köpek”i, başarılı bulduğum bir diğer kurmaca. İki hayvanın zor tabiat şartları altındaki yolculuğu gerek kurmaca gerekse görüntü alanında bir hayli etkileyiciydi. Rahip kocasının belirlediğinin ötesinde başka bir yaşama alanı açmak için bir işte çalışmayı tasarlayan bir kadının kocasının koyduğu sınırlar yüzünden kapıldığı bezginliği anlatan “Görünmeyen Alanlar” (Dea Kulumbegashvili, Gürcistan) bir diğer aklımda kalan yapım. Nino Shengelaia, canlandırdığı rahibin karısı rolüyle “En iyi Kadın Oyuncu” ödülüne layık bulundu.
Çeşitli değerlendirmeler sonucu öne çıkan filmler, iyi yapımın bir şekilde kendini fark ettirdiğini ortaya koyuyor. Hu Wei’nin yönettiği “Fotoğrafçı”, ilginç diyalogları ve çarpıcı buluşlarıyla Ahmet Uluçay Büyük Ödülünü hak ediyordu. Tek plan çekimiyle mahalle ruhunu başarıyla yansıtan Kosova yapımı, Lendita Zegiraj’ın yönettiği “Balkon” Jüri Özel Ödülü aldı. Dikkat çekici animasyonlara da değinmek gerekiyor ki ilk akla gelen Arjantin yapımı, Cristian Cartier Ballve’nin yönettiği “Bir Ninja Hikayesi”. Renkli iplikler ve kurdelelerle sağlanan görüntü ve hareketlilik olağanüstü etkileyiciydi. Bu film senaryo zaafı taşımasaydı, festivalden ödülsüz ayrılmazdı. Kurmaca alanında yarışan Koray Sevindi’nin yönettiği, toplum içinde farklı olanın ödediği ağır bedel olarak yalnızlığı sade bir üslupla anlatan “Kafa”, akılda kalan animasyon filmlerden bir diğeri.
Festival filmlerinin tamamı izlendiğinde, Türk sinemasının kurmaca alanında bir aşama kaydettiği belirginlik kazanıyor. Buna karşılık belgesel alanında niye yeterince başarılı olamadığımızın sebepleri üzerine düşünmeliyiz. Edebiyat nasıl her şeyden önce kitaplardan öğrenilirse, film de diğer filmler seyredilerek öğrenilir. Boğaziçi Film Festivali, sinema tutkusu olan gençlere bir yol ve ufuk göstermesi açısından önemli bir okul, bir sınav alanı.