Toplumlar ve devletler arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin işareti olarak görülebilecek değişimler yaşanıyor. Bu değişimlerin birçok farklı kategoride ele alınması olanaklı olsa bile, son dönemde dünya kamuoyunu yakından ilgilendiren gelişmeler, bize uluslararası ilişkilerde savaş ya da savaş tehdidinin arttığı bir döneme girildiğini gösteriyor.  
 
Yakın geçmişte, toplumsal katmanlar, etnik ya da dinsel özellikleriyle birbirlerini farklı gören kesimler ya da devlet dışı oyuncular arasında görülen çatışma ve şiddet olayları, bazı yerlerde giderek "devletler arası" çatışma boyutuna tırmanıyor. Bir açıdan bakıldığında devletler arası savaşın aslında hiç ortadan kalkmış olmadığı ileri sürülebilir. Balkanlar'da başlayan toplumsal kıyımların devletler arası savaşa dönüştüğünü, Irak krizinin bir süre sonra yerini ABD-Irak savaşına bıraktığını, Ruanda'daki etnik temizlik sürecinin Tanzanya ile savaşa kadar uzandığını hatırlamak bile yeterli. Örneklerin sayısı artırılabilir. Bununla birlikte, verilen örneklerde savaşan tarafların arkalarında yer alan, onları destekleyen ya da engellemeye çalışan bölge dışı oyuncuların kimler olduğu, hatta böyle oyuncuların bulunup bulunmadığı açıklık kazanmamıştı. Orta ya da küçük ölçekli devletlerin kendi başlarına savaşmayı bile beceremeyeceği, mutlaka bu ülkeleri kandıran, itekleyen dış oyuncular bulunduğu anlayışından hareket edenler, savaşan tarafları destekleyen karşıt güçleri tanımlamaya çalışmış, ama birbirine düşman iki karşıt güç bulamamıştı. Bugün gelinen aşama ise, birbirine karşıt ikili bir güç dengesinin oluşup oluşamayacağı ile ilgili, zira gelişmeler akıllara bu sorunun gelmesini olanaklı kılıyor.

Bugün ileriye yönelik öngörülerin şekillenmesinde kilit öneme taşınmış sorunların açığa çıktığı yerlerden ikisi Gürcistan ve İran. İster enerji savaşları açısından ister paylaşım ve etki alanı yarışından ya da iç dinamikler ve iktidar mücadeleleri bakımından ele alınsın, bu iki ülkenin kendilerini aşan bir coğrafyaya işaret ettikleri söylenebilir. Gürcistan, içinde Ermenistan, Azerbaycan ile Hazar ve Karadeniz havzalarını kapsamayan, hatta Orta Asya'ya uzanmayan bir çerçeveden ele alınması zor bir ülke. Üstelik bu ülkede iki ülke bulunuyor, bir kısmı "Batı" ile bütünleşme arzusu içinde, ama aynı oranda "ulusal bütünlükçü", bir kısmı Rusya ile bütünleşme yanlısı ve o denli de "ulusal ayrılıkçı". Öte yandan İran'ın durumu da benzer. İran, bir yandan Ortadoğu dinamiklerinin dışında ele alınamayan bir ülke, öte yandan Hazar havzası nedeniyle Karadeniz-Orta Asya bağlantısı bulunuyor. Ayrıca, İran'da da kabaca iki İran bulunuyor, bunlardan biri "Batı" ile kavgalı olmayı seçen "ulusal bütünlükçü" yapı, diğeri ise "Batı" ile işbirliğini arzu eden "ulusal bütünlükçü" olmayan eğilim. Bu çerçevede birçok ülke örnek verilebilir ve hemen hepsinde de iç mücadeleleri sürdürenlerin kendisine çıpa sağlayacak dış bağlar aradığı ileri sürülebilir. Bu durum, "dış mihraklar"ın doğrudan toplumsal kesimleri zorlamalarından değil, toplumsal kesimlerin kendilerinin yaptığı tercihlerden kaynaklanmış gibi gözüküyor. Dolayısıyla günümüzde farklı olan, devletlerin başka toplumları değil, toplumların başka devletleri çeşitli davranışlara davet etmeleri. Birçok ülkede farklı ve çatışan taraflar olduğunda da rakip devletlerin oyuna dahil olmaları o kadar zor olmamakta.

Küresel oyunda kimler yok?

atırlanacağı gibi, Soğuk Savaş'ın ilk krizi Balkanlar'daki savaştı. Bu savaş, dış oyuncular açısından neredeyse bir skandal denebilecek beceriksizliklere sahne olmuştu. Çatışmaların durdurulması ve barışın tesisi konusunda AB ülkeleri atağa kalkmış, tam da kendi 'dış ve güvenlik politikaları' oluşturulurken ve NATO dışında bir AB savunma sistemi arayışına girişmişken bu bölge bir "ispat" alanı olarak görülmüştü. Ancak Balkanlar, AB ülkelerinin bazılarının birbiriyle yarıştığı bir yere dönüşmüş ve bir süre olup biteni dışarıdan seyreden ABD, sonunda olaya müdahale etmişti. Balkanlar'da etnik çatışmalarda ölenler kadar NATO bombardımanında ölen olduğu iddia edilse de, sonunda istikrar sağlanıvermişti. O yıllarda ABD, oyuna girerken Rusya'yı tamamen dışlamamış, AB'yi de başoyuncu yapmıştı. Benzer bir durum Afganistan'da da yaşanmıştı, ABD, Rusya'yı tamamen dışlamadan Avrupalılarla birlikte bölgede var olmayı seçmişti.

Irak'ta ise önemli bir kırılma yaşandı. ABD, buradaki oyuna Rusya'yı katiyen dahil etmedi, ama Avrupa ülkelerini ardına almak istedi. Irak işgalini insani, etik ve hukuksal nedenlerle meşru bulmayan ülkeler olduğu gibi, ABD'nin kaptanlığı altında hareket etmek zorunda bırakılmaktan da rahatsız olanlar, ABD ile birlikte gitmediler. Gitmediler gitmesine ama bu arada bu ülkeye geri adım attırmayı deneyecek etkin bir sürece de giremediler.

Askerî güvenlikten çok diplomatik ve insancıl müdahale yöntemlerini seçen, ya da iç dengeleriyle kapasitesi zaten anca buna yeten Avrupa, ister istemez birçok bölgede ABD'nin çizdiği çerçevenin dışına çıkamadı. Hatta Afrika ülkelerine ağırlık vermeye yöneldiğinde, Fildişi Sahilleri ya da Ruanda olaylarına müdahale etmeye kalktığında bile, yanan ateşe gaz dökülmüş etkisi ortaya çıktı. Bu arada, NATO AB'ye sonradan katılan ülkeleri birer ikişer kendisine dahil etti ve sonradan NATO'ya katılan ülkeler fazlasıyla ABD yanlısı oldu. Avrupa'nın "yumuşak" güvenlik önlemlerini ABD "sert güvenlik" önlemlerine çevirirken, İran, Ukrayna ve Gürcistan yeni birer cephe haline geldi.

Nükleer çalışmaları, terörizme verdiği destek ve daha birçok gerekçeyle ABD tarafından çevrelenen İran'da izolasyon, yine en fazla ABD tarafından delindi. Bu sırada itiraf etmek gerekir ki Avrupa ile İran'ın geleneksel bağlarının kopması dışında dengeler açısından çok farklı bir durum, en azından şimdilik, ortaya çıkmadı. Benzer bir durum Gürcistan'da da ortaya çıktı. Gürcistan'ın "Batılılaşma" mücadelesi AB değerleriyle harekete geçen bir toplumsal hareketken, giderek klasik anlamda NATO'laşan bir güvenlik arayışına dönüştü. Diğer bir ifadeyle askerî ve sert önlemler, "soft" önlemleri ikame eder bir hal aldı; İran silahlarını yenileştirip yeni yeni füzeler denerken Gürcistan ordu modernizasyonuna yöneldi. Bu durumda bir yandan "geleceğini" belirleme krizi yaşayan, bir yandan üyeler arası anlaşmazlıklarla uğraşan AB, dış ilişkilerde başarı sağlayıp bunu içine aktarma projesinden mahrum oldu. Kısacası AB, şimdilik Kafkasya-Ortadoğu eksenindeki yeniden yapılanma süreçlerinde en azından "yumuşak" önlemler bakımından bile etkin bir rol alamadı. Bu etkinsizlik, kendi başına bir değişken olmayabilir. Sorun, etkin olmaya kalkışıp olamamaktan ve belki de giderek "askerî" tavırların "insanî" davranışların önüne geçmesinden kaynaklanıyor.

NATO'yu Rusya sınırına kadar genişleten ve hatta sadece Batı'da değil Kafkasya'da da bunu yapmayı deneyen ABD, bir yandan İran'ı arada bırakıp bir yandan da Irak'a yerleşerek Rusya'yı fazlasıyla küresel rekabete davet edici bir tutuma girdi. Uzunca bir dönem evinin içini toplamaya ağırlık veren ve ABD politikalarını doğrudan karşısına almayan Rusya, sonunda oyuna katılmak durumunda kaldı. Rusya'nın sınırlarını zorlayan ilk gelişme Kosova'nın bağımsızlığının "Batı" tarafından tanınması, ikincisi ise Polonya'ya yerleştirilmesi düşünülen füze savunma sistemi oldu. Bu iki girişim dünya meselelerinde Rusya ile ABD'yi iki temel oyuncu haline getirecek sürece işaret etti ve doğrusu en temel bekleyiş Rusya'nın nasıl bir karşı atak yapacağı haline geldi. Gürcistan, Rusya'nın ABD davetine icabet ettiğini gösteren bir olay oldu. Rusya'nın oyuna katıldığını gören ABD, hiç zaman kaybetmeden Polonya ile söz konusu "füze kalkanı" anlaşmasını imzalayıverdi. Dolayısıyla ABD, Gürcistan sayesinde Polonyalılar olmasa da Polonya'yı kazandı.

Burada hemen hatırlatmakta yarar var, ikili güç dengesi yani ABD-Rusya mücadelesinden şüphe etmeyi haklı gösterecek bir dizi olay bulunsa bile, esas meselenin bu tür bir genel algı ortamının yaratılması olabilir. Dolayısıyla bu tür bir gerginlik politikasından ABD'deki Cumhuriyetçilerle Rusya'daki Putin'cilerin fazla rahatsız olmadıkları, hatta memnun bile oldukları düşünülebilir. İkili gerginlik ortamının daha çok, kararsız devletlerin, tercihlerini ortaya koymada gecikmiş toplumların seçim yapmalarına katkı sağlayacak baskı yarattığı söylenebilir.

Bu koşullar altında Rusya ve Gürcistan'ın imzaladıkları ve Sarkozy'nin dönem başkanı olarak tarafların önüne koyduğu ateşkes belgesi, önemli ipuçlarına sahip. Topraklarını ABD füze sistemine açan AB, öncelikle taraflar arasında düşmanlığın bitmesi koşulunu önerdi. Bu bile Rusya açısından ne kadar güvenilir bir durum, tartışılır. Savaşan taraflar bu belgeyi imzaladı diye düşmanlık duygularının biteceği falan zannedildi mi bilinmiyor, ayrıca kimin kimi düşman saydığı konusu da gayet muğlâk. Ateşkesin ikinci maddesi, Gürcü ve Rus ordularının eski yerlerine çekilmesini öngörüyor. Bu, savaş öncesi statükoya geri dönülmesini talep etmek anlamına gelir, oysa koşullar çoktan değişmiş, fiilen Gürcistan bölünmüş ve Rus askerî varlığı artmış durumda. Plandaki bir diğer madde ise Abhazya'da uluslararası barış gücü kurulana kadar, bölgeyi Rusya'nın denetlemesine izin vermek. Yani, Gürcü topraklarında ABD, Fransız, İspanyol ya da başka ülke askerlerinden "barış" gücü kurulacak ve Rusya da buna razı olacak, ama o zamana kadar durum idare edilecek. Buradaki kritik nokta, "o zamana kadar" denen kısım, zira o zaman hiç gelmeyebilir.

Ateşkes antlaşması yeni bir savaşı doğurabilir

teşkes anlaşması, Rusya'nın savaşını taçlandıran bir içeriğe sahip olduğu gibi Gürcistan açısından yeni bir savaşın gerekçelerini de barındırıyor. Bu durumda AB, Rusya'yı memnun eden bir belge sunmuş ve Gürcistan'a verilen vaatleri de anlamsız kılmış görünüyor. Ne kadar benzetilebilir bilinmez ama bu durum önce Balkanlar'daki savaşı bitirmek için, ardından Ermeni-Azeri sorunlarına çare bulmak için yapılan Rambouillet şatosu görüşmelerinden çıkan belgelere benziyor. Kafkasya için çözümsüzlük konsolide olurken, Balkanlar'daki sorun ABD'ye, Ohio'daki Dayton şehrine taşınmış ve orada imzalanan bir anlaşmayla sona ermişti. Kim bilir belki yeniden bir Avrupa girişimi, ABD'nin çok daha az maliyetle meseleye açık taraf olmasını sağlayabilir.

Toplumların devletlerin dış tercihlerini şekillendirdiği, savaş ile barış arasındaki hassas mesafelerin daraldığı, askerî ve sivil davranışların birbiri yerine kullanımının tarihsel bir seçim haline geldiği koşullar yaşanıyor. Bazı toplumlar, Gürcüler ya da Iraklılar gibi risk altına girmeyi tercih edebilir ve kendi girdikleri risk, başka devlet ya da toplumların fazla risk almadan alan genişletmelerini kolaylaştırabilir. Bu çerçevede farklı açılardan da olsa, İran ve Türkiye'nin hassas bir zeminde ilerledikleri söylenebilir. Kabaca, Türkiye Abhazları üzmeden Gürcülerle bağını koparmama, İran ile bozuşmadan yan yana var olma, Bağdat yönetimiyle ilişki bozmayacak kadar Kuzey Irak ile mücadele etme arayışında. Kısacası ABD'yi karşısına almadan Rusya ile ilişkilerini sürdürmek isteyen bir ülke. Ancak Türkiye'nin Azerbaycan, Suriye, Irak ilişkilerinin bir ucunda da ABD'nin "düşman" ilan ettiği İran var. İran ise, Şiileri kızdırmayacak kadar Sünnilerle, otoriter muhafazakârları kızdırmayacak kadar liberallerle ilişki peşinde. Bu ülke de Rusya'yı karşısına almayacak kadar ABD ile ilişki kurmanın arayışında. Üstelik İran'ın Irak, Suriye, İsrail politikalarının ucu da Türkiye'ye değiyor. Gerek Gürcistan savaşı gerek Polonya füze anlaşması ve gerekse İran ile olası büyük kriz, belki denetlenebilir bir yeni denge arayışının işaretidir. Bunu denetlenebilir kılacak oyuncunun AB olduğu, dengenin dengeleyici çizgisinin de Türkiye'den geçtiği söylenebilir. AB bu durumun ne kadar farkında ya da kapasitesi ne ölçüde yeterli bilinmez, ama Türkiye'nin AB'ye kapasitesini hatırlatacak ve ona bu yeteneği kazandıracak oyuncu olduğu söylenebilir. Yeter ki bu yöndeki irade devam etsin.
 
Kaynak: Zaman