Nisan en zalimidir ayların, en azından bazı yıllarda Eliot'un kastettiğinden biraz eksik, biraz fazla da olsa. Kar toprağı terk etmiştir, yeryüzünün derinlikleri kış boyu biriktirdiği enerjiyi yüzeyine gönderiyordur. Evlerde bir silkelenme olur, perdeler halılar yıkanır, duvarlar silinir. Ruhun bahar temizliğini ise kaldıramaz her insan. Kışın karına ayazına dayanan bünyelerin çöküşünü belirginleştirir baharın enerjik ışığı. Minarelerden yükselen sâlâlarda bir artış baş gösterir.
Nisan en zâlimidir ayların, bu yüzden midir acaba, daha ilk gününde keskin şakalara tabi tutulması.. Bir geçiş ayı gibi Nisan, alerjik reaksiyonlara, astıma, kimileyin de cinnete yol açan ışıklı uzun bir tünel. Elbruz dağının eteklerine götüren yokuşta, genç odası cinayetlerini, yinelenen Cumhuriyet mitinglerini, sanat ve barış uğruna sırtında gelinlikle yola düşen –ve sanki uzun yol cinayetleri üzerine hiç bir fikri, hiç bir tedbiri olmayan- İtalyan sanatçının acıklı sonunu, Şanlıurfa'dan Afyon'a kamyonet arkalarında kasalara doluşarak yola çıkarılan kaçak işçilerin hayatına mal olan bir anlık uykuları düşünerek, su kanalları boyunca yürüyorum. Herkes bu su kanalları erafında oluşan hareketlilikte başka bir resim görüyor. Mekke'ye Giden Yol'un yazarı Muhammed Esed, hüzünlü çarşaflı kadınların temsil ettiği toplumsal/kültürel bir melankoliyi görmüştü. İranlı yönetmen Hüsrev Sinai ile evli olan Macar ressam Gisella Varga ise ailelerin dayanışmasının neşesini görüyor. Aileler, ellerinde semaverleriyle, su ve yeşili buldukları herhangi bir zemine yerleşiveriyorlar. Bu piknik ortamlarını kurmak, bir gelenek halinde sürdürmek, bir geniş aile yaşantısıyla olası.
Yokuşun iki yanında uzayan salaş kahvelerin şehrin kurallarına karşı bir meydan okuması var; yalınlıkta direten eşyaları, sessiz ikramları, hurma ya da vişne reçeli ile içilen açık renk çayları ve dağın serinliğini taşıyan suyun sesiyle.
Suyun akışını ters yönde izleyerek yokuşu çıkıyorum; zihnimin labirentlerinde dolaşıyorum aslında: Yola çıkarken aklıma düşen Kuddusi'nin şarkısının bazı mısralarını unutmuşum; ilk dinlediğimden bu yana uzun yıllar geçti aradan.
Dağdan süzülerek inen suyun akışı, zamansal ve mekansal, aynı zamanda da bireysel bir vurgusu olan bir sürekliliğin temsili; "şira". Kelime su yolu ya da bizzat su, arınmak isteyen insanlığı içinde taşıyan hayat ırmağı anlamına geliyor Arapça'da... Defalarca keşfine çıkılarak içimizde kör bir kuyuya dönüşmesine izin vermememiz gereken kaynak, su ve ışık yağmuru, inanç ırmağı; şira. Gelenek eğer, taşkın bir akış halinde içine ala ala, önüne kata kata ama aynı zamanda içindekileri süzerek, önündekileri eleyerek ilerleyen paradigma ise, modernlikle yeni açılımlar kazanmaktan kendini alamayacağı kadar hayatın içinde, tarih dışına düşmeyecek kadar da çağdaştır.
Durduğumuz yerin güvenilirliğine emin olamadığımız ölçüde de yola çıkmak istiyoruz; uzaklarda bir yerde yeni, farklı, sanki ilk kez bizi çarpacakmış denli olağanüstü bir şeyler görme, yakalama, keşfetme umudunu korumayı istediğimiz için de...
Tüketici kültürün mikrofonlarında birileri sürekli bir şeyleri kaçırmakta olduğumuzu bildiriyor. BBC'nin sunduğu bir liste, hayatta denenmesi gereken elli şeyden ilk onu arasında gidip görmeye değer yerlerin altını çiziyor. Kuzey ışıklarını görmek gerekiyor mesela ya da İnka yollarından Manchu Picchu'ya yürümek.
Bir şarkı bazen bir yolculuktan çok şey katıyor hayatınıza. Eve döndüğümde internette bir arama yaptım; şarkı sözlerine ulaştım ama Kuddusi'nin hayatı üzerine pek bir bilgi yok.
VASİYET
Anımsayın,
Anımsayın ki tazelensin geçen günler
Adım anın
Anın ki unutulmayım
Kuşların kanat çırpışındaki güçte ısrar ediyorsam
Bir yerlerinde sesim
Bir yerlerinde adım
Duyulsun
Duyulsun diyedir
Şimdi göğün beni öpen yerinde uyuyorum
Unutmayın ki
Kar yağdığında tenim üşümesin
Beklemekle geçmişti ömrüm
Yeni bir bekleyiş var uykumda
Rüyalarım andığınızı fısıldıyor
Ruhum neşeli, bedenim sıcak
Dağılmadan duruyorum...
Yukarıda alıntıladığım, şarkının sadece bir bölümü. Kuddusi'nin âmâ olduğunu hatırlıyorum. Ne kadarını görebildi şarkılarında anlattığı dünyanın, nelerini, nasıl gördü? Göremediği için notalara ve şarkı sözlerine vurduğu derin sahneleri ve duyguları farkedebildi mi ondan geriye kalanlar? Hâlâ yaşıyor, besteler yapmaya devam ediyor mu?
Adı müzikle ilgili bir bahiste, bir yazıda geçmiyor; oysa 'Vasiyet' gibi bir şarkı yapmış.
Bir şarkı bazen bir yolculuğa değebilir; bütün bir ömre bile hatta. Postmodern yazarların kullanmaktan hoşlandığı –pek de haksız sayılmayacak- bir tema bu: Yollara düşerek bulmaya çalıştığımız hazine ya da ülkümüz –dualarımıza karşılık gelen şey- yakınımızda, benliğimizin labirentlerinde bir gedikte saklı duruyor olabilir.