Farkında mısınız bilmem; bütün korku ya da gerilim filmlerinin tekniği aynıdır. Dikkatle baktığınızda göreceksiniz ki filmleri korkunç hale getiren sadece görüntüler değildir. Korkuyu artıran aslî unsur, sahne arkasından yükselen efektler ve müziklerdir.
Bu tür sesleri çıkarın, korku filmleri bir anda komediye, drama, maceraya dönüşebilir. Deneyebilirsiniz; en korkunç ya da en gergin filmlerin sesini kısın ve filmi seyretmeye devam edin. Şaşıracaksınız. Çünkü ürperti kalkacak aradan ve korku, meraka dönüşecek. Daha ötesi de var. Mesela, bir gerilim filminin sesini kıstığınızda onun yerine başka bir fon müziği deneyin. Çıkan manzara ve algı karşısında hayretler içinde kalacaksınız. Ürpertinin büyüleyici sihri kaybolup giderken karşınıza şen-şakrak bir şey de çıkabilir. Tersini de düşünmek mümkün. Mesela özünde korku ve gerilim olmayan bir filme, gerilim filmlerinden birinin müziğini yerleştirin. Göreceksiniz; bir anda bütün sevimli görüntüler ve onun gülücükleri ortadan kaybolacak ve tüyleriniz diken diken olacak. Örnek de verebilirim: Son günlerde yayınlanan bir kredi kartı reklamı var. Hani, yönetmenin kılığına giren bir çete reisi, reklam kahramanını kaçırıyor ya; işte o reklamdaki şirin ve muzip karelerin arka fonuna gerilim filmlerinden birinin müziğini ekleyin; bakalım ne hissedeceksiniz...
Örnekleri çoğaltmak, görüntü-ses düzeneği üzerinde derinleşmek mümkün. Asıl söylemek istediğim şey şudur: Halk kendi kendisiyle ve dahi devletiyle barışık olmasına rağmen suni gündemler nedeniyle evhamın esiri olmaya doğru sürükleniyor. Maalesef bir kez daha korku tüneline doğru çekilmek isteniyor Türkiye. Zifiri karanlık bu kadim tünele kim gelmek ister? Elbette hiçbir salim düşünce, karanlığın koynunda sahnelenecek yecüc mecüc oyununu oynamak istemez. Çünkü daha önceki oyunlar vahim sonuçlar doğurmuştur. Yeni bir maceraya sebep de yoktur, buna milletin dayanacak takati de kalmamıştır. Ne var ki gücünü gölge oyunundan alan -en azından öyle inanan- zümre(ler) de vardır bu ülkede. Her neyse...
Medya alet oluyor...
Kitleleri korku tüneline ikna etmenin tek bir yolu vardır: "Şartların hazır hale gelmesi". Evet, bugün Türkiye'de oynanan çadır tiyatrosu "şartların" oluşturulmasına yöneliktir. Günlerdir konuşulan ve hâlâ gerçekliği anlaşılamayan mayo krizi de bunun son örneğidir. Benzer örneklerin pespaye gündemleri önümüzdeki günlerde kamuoyunu daha da meşgul edebilir. Her bir kare ile verilmek istenen mesajın fondaki gerilim ritmi medyaya görev olarak sunuluyor. Daha önce de yaşandı bu tür olaylar. Tecrübeye binaen kamuoyu kakofoni ile gerçeği birbirinden ayırabilir; en azından ayırmak zorundadır. Kamuoyu bunu tefrik etmese bile daha önce yaptığı hataları hatırlamak zorunda olan medya, aynı rolü bir daha oynamamak suretiyle sorumluluk örneği olabilir. Üzülerek belirtmek zorundayım ki; Türkiye'yi kamplaşma cinnetine sürükleyenler, geçmişte hep medyadan destek alarak emellerine ulaştı. Demokrasiyi kesintiye uğratan ve memleketteki bütün gerçekleri karartmak isteyen güçlerin elindeki makas hep medya olmuştur.
Bugünkü Türkiye, bambaşka bir ülkedir; öyle olmak zorundadır. Zira, Cumhuriyet'in temel ilkeleri halk tarafından yeterince benimsenmiş, özümsenmiş, içselleştirilmiştir. Ayrıca, demokratik talepler üst seviyeye çıkmış, beklentiler artmış, kazanımlar vazgeçilemez hale gelmiştir. Özellikle son yirmi yılda Türkiye dışa açılmış, dışarıda gördüğü hayat standardını ve özgürlük çerçevesini benimsemiştir. Yurtdışında eğitim gören on binlerce insanımıza, binlerce ihracat ve ithalat yapan müteşebbisimiz de katılmıştır. Bugün dünyada ne var ise Türkiye'de âlâsı vardır. Türkiye bir Batı ülkesi olma yolunda önemli adımlar atmış; demokrasi konusundaki eksiklerini de bilfiil dünyaya açılan pencerelerden (Bu pencerelere televizyonlar, radyolar, internet siteleri dahildir.) gözlem yapma fırsatı bulmuştur. Dolayısıyla bugün Türkiye'yi -geçmişte olduğu gibi- içine kapatmak, sonra da orman kanunlarını çağrıştıracak adalet (!) despotizmi içinde yönetmek mümkün değildir. Türkiye, siyasetiyle, yargısıyla, ordusuyla demokratik cumhuriyet kavramını yaşatmak zorundadır...
Kilit kavram korku...
Ne var ki Türkiye'de bir kez daha korku tüneli inşasına başlanmıştır. Ve ne acıdır ki bu talihsiz tünelin kerpiçlerini, kendisine medya kuruluşu adını veren yahut kendini medya mensubu olarak tanıtanlar taşıyor. Antidemokratik eğilimler ortaya çıkar çıkmaz medya canibinde yer tutmuş bazı kişi ve kuruluşların maskesi düşüveriyor. Ve anlıyorsunuz ki meğer belli dönemlerde sıkça dile getirilen çoğulculuk, katılımcılık gibi söylemler, maskeli balo gereği yapılan seremonilerden ibaretmiş. Maskelerin düştüğü an "ancak, ama, fakat" diye başlayan andır. O televizyon senin, bu televizyon benim deyip yeldire yeldire kanal arayan bazı sivil görünümlü eşhasın arasında gazetecilerin de olması çok acı; zira bu meslek dünyanın en özgürlükçü mesleğidir ve öyle de kalmak zorundadır. Neyse ki medya, 28 Şubat'ta düştüğü duruma aynıyla düşmüyor ve topyekün teslim olmuyor; bu çok önemli.
Fotoğrafın net kısmı şudur: Medyayı araç olarak kullanmak isteyen bazı güçler, antidemokratik bir ortamın sağlanabilmesi için "şartların oluşturulması"na dair medyaya yeniden bir görev yüklemek istiyor. Yönlendirmeli haberler, kasıtlı yorumlar, uçurumu derinleştirici gayretlerin özünde, korkutma, yıldırma, umutsuzluğa sevk etme maksadı güdülmektedir. Daha önceki her müdahalede "oluşturulmuş şartlar" mevcuttu. 60 darbesi için mazeret uydurmak kolaydı. 71 muhtırası için sokağın nabzını tutmak yeterli gözüküyordu. Korku, caddelere taşmıştı. 80 kesintisi öncesinde her gün 30'a yakın gencimiz teröre kurban ediliyordu. Siyasî istikrarsızlık, toplumda yılgınlığa neden olmuş, ekonomik belirsizlik "şartların oluşması"na ayrıca katkıda bulunmuştu. İş dünyası tedirgin, siyaset karamsar, halk umutsuzdu...
Bugün durum çok farklı! Her şey mükemmel değil kuşkusuz. Ancak, Türkiye'nin büyüdüğü, kendine geldiği, bölgede bir güç haline dönüştüğü de inkâr edilemez. Ne anarşi var ne de güvensizlik. İş dünyası son yıllarda yaptığı yatırımlar sayesinde dünyayla rekabet yolları arıyor, siyaset AB yolunda inanılması güç adımlar atarak pek çok yapısal reforma imza attı. Onca kışkırtmaya rağmen halk kendisiyle barışık, kendi farklılığını zenginlik sayacak bir olgunluğa ulaşmış durumda.
Ortada fol yok yumurta yokken huzursuzluk çıkarmak isteyen(ler) ne yapabilir? Asıl kritik soru budur ve siyasetten medyaya kadar herkes bu sorunun cevabını aramak zorundadır. Bu saatten sonra Türkiye'nin geleceğini karartmak isteyenler iki hamle yapabilir. Ya "şartların oluşması" adına provokasyonlar/propagandalar yapacaktır; ya da aklın, mantığın, izanın ve insafın sınırlarını yok sayarak bu milletin iradesine pranga vurmak isteyecek. İkisi de kayıp; hem de herkes için kayıp...
Kilit kavram korkudur. Korkuyu yayacak kurum da medyadır. Medyanın yayınlarında kendi varlık nedeni olan özgürlükleri bile rafa kaldıracak kadar yanlış bir yola girmesi, korku-gerilim filmlerindeki fon müziği gibidir. Halkın bu mevzulardaki sezgisi, bilgisinin önündedir. Kendi iradesine düşen gölgeyi, arka plandaki gölge oyununu acı tecrübelerine binaen gayet iyi sezer ve toplum mühendislerine fırsat tanımaz. Bu arada olan, demokratik toplumların olmazsa olmaz mesabesindeki kurumlarına olur ve illüzyon tesiri altında kalan medya, harakiri yaptığının farkına bile varmaz. Oysa medyanın denetim görevi, aslî varlık sebebidir. Medya kendine ait demokratik denetim vazifesini askıya alınca, halk medya üzerinde denetim görevi olduğunu düşünmeye başlar. Bu, herkes için yıpratıcı bir süreçtir. Çözüm, suni korkularla toplumu germek değil, demokratik süreçle normalleşmeyi denemektir...