Korku, tehdit hissettiğimiz her durumda ortaya koyduğumuz doğal bir tepkidir. Bizi korur, varlığımızı sürdürebilmemiz için gereklidir. Çocuklukta temeli atılan korkuların yetişkinlikte giderek azalması beklenir ancak korkularıyla başa çıkamadıkları için hayatları zorlaşanlar genelde büyüklerdir. 

Büyüdükçe korkularımızın da büyüyor olması çok şaşırtıcı değildir aslında. Algılarımız geliştikçe, ilişkilerimiz ilerledikçe, kazançlarımız çoğaldıkça, farkındalığımız arttıkça korkacak çok fazla sebebimiz olur. İşimiz yolunda gidiyorsa bozulmasından, ilişkimiz iyiyse sarsılmasından, sağlığımız yerindeyse hastalanmaktan korkarız. Ne kadar çok şeye sahipsek, o kadar çok kaybetme korkusu yaşarız. 

Okuduğumuz haberler, izlediğimiz filmler, çevremizden duyduklarımız, şahit olduklarımız hepsi birer çağrışım sebebidir korkularımıza. Kulağa tuhaf gelse de güvende olmamız için bize sunulan her imkan aslında korkularımızı büyüten birer tetikleyicidir. 

Bankalar paramızı, doktorlar sağlığımızı, güvenlik firmaları canımızı bizden daha fazla önemserler ve biz yeterince korkmadığımız için kendimizi suçlarız. Çağımızın en etkili idare biçimi, kişilerde korkuyu hakim kılarak denetim altına almadır. Korku, otorite sahiplerini (devlet, kapital, öğretmen, anne baba) kolay yoldan hedefine ulaştırır. 

Korkmak doğaldır ancak korkma biçimlerimizin bir hikayesi vardır. Çocukluğumuzda yaşadığımız travmatik bir korku, yetişkin hayatta karşımıza çıktığında bizi ilk yaşadığımız yaşın duygusal tepkilerine götürür. Bir duyguya ait ilk kodların nasıl oluştuğu bu yüzden önemlidir. Yine çocuklar korkuya sebep olacak bir olay yaşandığında(deprem, hastalık, karanlık vs.) yetişkinlerin ne tepki verdiklerine bakarak kendi tepkilerini belirlerler. Hastalanmanın felaket senaryosuna dönüştürüldüğü bir evde yetişen bireyin, hastalık korkusu yaşaması doğaldır. 

Bir de korkularımızı besleyen toplumsal önermelerimiz vardır . ”Çok gülme ağlarsın”, “İyi şeyleri anlatma nazar olur”, “her şey yolunda gidiyor, kesin bir aksilik çıkacak”. Çoğumuz zihnimizde bir yerlerde bu cümleleri saklar, ne zaman işler iyi gitse içten içe yakında kapımızı çalacak felaketi bekleriz. Beklemekle kalmaz, adeta çağırırız. Korkularımız öylesine yoğunlaşır ki bir beklentiye dönüşür zamanla. Adeta korktuğumuz şey gerçekleşse rahatlayacak hale geliriz. Çaresiz bir hastalığa yakalanmak, eşimiz tarafından aldatılmak, bir yakınımızı kaybetmek biz yetişkinlerin en yaygın korkularımız arasındadır. Eşinin kendisini aldatacağını düşünen bir adam, şüpheyle kabus dolu günler geçirirken en sonunda dayanamaz ve psikolojik destek almaya karar verir. Terapiste söyledikleri çok çarpıcıdır. "Sürekli eşimin beni aldattığını düşünüyorum. Belki de gerçekten başıma gelse bu kadar acı çekmeyeceğim!" 

Yanlış dini telkinler de korkuları tetikler. Özellikle çocukluğunda korkutularak dini eğitim verilen kişilerde, yetişkinliklerinde bir cezalandırma beklentisi olur. Kişi, kendisine göre bir bedel ödemesi gerektiğini düşündüğü hatalarına karşılık, başına büyük belaların geleceğini düşünür. Çocuklukta oluşan algıların değişmesi güç olduğundan günah, cehennem, kabir hayatı gibi soyut konuların erken dönemlerde çocuklara anlatılmasından kaçınılması gerekir. Aksi halde oluşan korkular kişiyi dini kavramlardan soğuttuğu gibi, hayatını da kabusa çevirir. 

Korkular sadece dış kaynaklı değildir. Kendi içimizde ürettiğimiz korkular da vardır. Mesela bir kere canımız yanmışsa yeniden aynı şeyleri yaşamaktan korkarız. Terk edilme korkusu sevgiyi, yeniden üzülme kaygısı affetmeyi, eleştirilme düşüncesi konuşmayı gölgede bırakabilir. 

Karanlıktan korkan bir çocuğun korkusu, belirsizliklerden korkan bir yetişkininkinden çok daha anlaşılırdır. Annesinden ayrılmaktan korkan bir çocuğun korkusu terk edilmekten korkan bir yetişkininkinden çok daha kolay tedavi edilebilir. Bu yüzden büyüdükçe derinleşen yaralarımız, kendimize bile ifade edemediğimiz acılarımız korkularımıza dönüşüp bizi esir alır. Başımıza gelmesinden korktuğumuz her şey kendimizle ilgili inancımızı yansıtır. Derinlerde bir yerde sağlıklı olmaya, sadakate, başarılı olmaya layık olmadığımıza dair yerleşmiş inancımız, beynimizi dürter durur. O sesle yüzleşmeyi ertelediğimiz her dakika da korkularımız bize hakim, mutsuzluk kaderimiz olur. 

Korkularımız bizi kendisine inandırana kadar peşimizi bırakmaz. Bizi asıl korkutan, başımıza gelmesinden çekindiğimiz şey değil, düşüncenin kendisidir. Korkuyu besleyen düşünceye yüz vermediğimizde o da alıp başını gidecektir. Sizi korkutan her neyse ona son kez şunu sorun: 

"Bu neden benim başıma gelsin ki?" 

Ve Gandhi' nin şu dizelerini hatırlayın: 

Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür…

Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür…

Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür…

Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür…

Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür…

Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür…

Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür… 

Muhabbetle...