Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, kalabalık bir heyetle Katar'ın başkenti Doha'ya çıkarma yaptığı günlerde, şehir birbiri ile bağlantılı üç önemli toplantıya daha tanıklık etmekte idi.

Bendenizin de katılımcıları arasında yer aldığı bu toplantıların bileşkesi, Ortadoğu ülkelerinde demokrasinin nasıl tesis edileceği idi.

Başında Prens Hasan'ın bulunduğu Ürdün eksenli, WANA (Batı Asya ve Kuzey Afrika Forumu) ve Katar eksenli Arap Demokrasi Vakfı ile yine Katar'da faaliyet gösteren ama hedefi tüm Körfez ülkeleri olan İnsan Hakları Araştırma Merkezi bu toplantılara ev sahipliği yaptı.

Üç gün boyunca tartışılan konular bölge halkları açısından çok anlamlı idi:

Yönetimde şeffaflık

İnsan güvenliği

Eşit vatandaşlık

Refah düzeyinin yükseltilmesi

İnsan hakları ve insan onurunun korunması

Kadın statüsünün yükseltilmesi

Sansür

Seçimler ve temsil mekanizmaları

Özgürlükler ve sivil toplum

İyi yönetim

Detaylı bir sunumunu dinlediğimiz, Arap Demokrasi Vakfı'nın, birçok ülkede yürüttüğü kampanyanın başlığı, tamı tamına Ortadoğu halklarının yönetimlerinden taleplerini özetliyordu: "Vatandaşım: Görevlerim var, haklarım da."

Yaklaşık yirmi yıldır, Arap ülkelerinde katılmakta olduğum benzer toplantılarda, katılımcıların kendi ülkeleri ile ilgili değil, öteki ülke ile ilgili olarak söylediklerinden hareketle bölgedeki fotoğrafı görmeye çalışırdık. Çünkü katılımcıların kendi ülkeleri hakkında söyledikleri, resmî görüşün dışına çıkamazdı. Bu defa durumun bir hayli değiştiğini gözlemledik. Birçok katılımcı, ülkelerindeki yönetim bozukluklarını dile getirmekten çekinmedi.

Katıldığım oturumlarda, kimi konuşmacıların özgürlükler, demokrasi ve çoğulculuk kavramlarının referanslarını bölgenin inanç ve kültür kodlarında aramaları anlamlı idi.

"Keramet-i İnsaniye", iki gün boyunca üzerinde çalıştığımız, Sosyal Dayanışma Belgesi'nin oluşturulmasında en sık gündeme gelen bir kavramdı. Kavramın referansı ise, İsrâ Sûresi'nin 18. ayeti idi. Yüce Allah, "Biz insanı kerim olarak yarattık" buyuruyordu. Dolayısıyla "kerim" olan insan, ne şekilde yönetileceğine kendisi karar vermeli idi. Çünkü o , "Yer yüzünde Allah'ın halifesi" idi. Kendi cinsinden hiçbir otorite, ona hükmetmemeli ve onun üzerinde baskı kurmamalı idi.

Çoğulculuk kavramının referansı ise Hucurât Sûresi'nin 13. ayeti ile, Rûm Sûresi'nin 30. ayeti idi. Mademki Allah bizi dillerimizle, renklerimizle ve düşüncelerimizle farklı kılmıştı. Hiçbir beşeri güç, insanoğlunu tek tipleştirmeye kalkmamalı idi.

Bendenizin tartışmaya açtığı, kabul gören konulardan biri de Ortadoğu'nun tarih boyunca gücünü ve zenginliğini ırkların, inançların ve kültürlerin çeşitliliğinden aldığı hususu idi.

Bugün, bölgesel ve dış güçler tarafından çatışma sebebi olarak kullanılan farklılıklar ve çeşitlilikler, tarih boyunca Ortadoğu ülkelerinin gücü olmuştu. Öyle ise bunu yeniden inşa etmeli; tahrip edilen yönleri onarılmalı ve bunun için her türlü korunma mekanizması tesis edilmeli idi.

Yedi yıl önce, Amerikan güçleri "özgürlük ve demokrasi" vaadiyle Irak'ı işgal etti. Şatafatlı söylemlere göre, önce Irak'ta demokrasi ve özgürlük tesis edilecek, daha sonra bu "Büyük Ortadoğu"ya yayılacaktı!

İşgale kılıf uydurmaktan başka bir şey olmayan bu sloganın şekillendirdiği icraatlar, Irak'a sadece ve sadece kan, gözyaşı ve kargaşa getirdi.

Esasen, demokrasi ve özgürlük, yukarıdan aşağıya getirilecek veya lütfedilecek bir şey değildi. O, demosun yani halkın özgür iradesi ve mücadelesi ile gerçekleşebilecekti.

Bir taraftan, tüm Arap ülkelerinde yaygın bir şekilde izlenen, Katar Emiri'nin arkasında durduğu El Cezire televizyonunun özgür yayın politikasını; diğer taraftan toplantılarda gözlemlediğim olumlu havayı nazara aldığımda, Körfez'den esen demokrasi rüzgârlarının pek yakında diğer Arap ülkelerini de etkileyeceğine dair umutlu olmamak mümkün değil.
* Cemal Uşşak Gazeteci-yazar - Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı

Kaynak: Zaman