Şehirlerin de bir kokusu olduğunu düşünüyorum. New York'u benim açımdan çekilmez kılan, oradan aldığım garip kokuydu. New York'u seven ve vazgeçilmez bulan tanıdıklarımın gözünde verdiğim tepki saçmaydı. İroniyle, aldığım o bunaltıcı kokunun New York metrosunu mesken tutan sayısı belirsiz farelerden geldiğini anlatan şehir efsanelerinden söz etmişlerdi.Koku konusunda paranoya düzeyindeki dikkatimin avutucu tarafı, aynı şiddette severek hatırladığım kokuların da olması. Halep mesela kahve kokan bir şehir. Haleplilerin 'hel' dediği kakule karışımlı kahve kokusunun şehrin neredeyse tamamına yayılan defne sabunuyla birleşmesi geçtiğimiz yazın epeyce bir kısmını Halep'te geçirmeme neden olmuştu. Bu yazı yazılırken dahi canlanan o koku Halep'i Ortadoğu'daki tüm şehirler içinde farklı kılıyor gözümde. Koklama duyumuz ile kişiliğimiz, dahası ruhsallığımız arasında bir bağ kurulabilirmiş gibi geliyor bana. Kim bilir belki de insanın koku algısından gidilerek derin ruh haritası çıkarılabilir. Yukarıda verdiğim örneğin bir başka benzerini İran konusunda yaşamıştım. Ama tersinden. İran'da bulunduğum uzun haftalarda ne modern bir şehir olan Tahran ne de geleneksel mimarinin en iyi örneklerini barındıran İsfahan kokmuyordu bana göre. Bir kokusu yoktu İran'ın. Halbuki hemen hemen aynı dönemlerde aynı şehirlerde bulunan bir başka tanıdığım İran'da her yere nüfuz etmiş ağır kokulardan söz ediyordu. Belli ki girememişti ülkenin ruhuna. Kendini yabancı ve uzak hissetmişti. Kültürel ve ideolojik referanstır koku... Tanıdığım benden fazla koku paranoyası olan tek kişi Macao'da doğmuş Portekizli gezgin bir şairdi. İstanbul'da geçirdiği uzunca bir zamanda görüşmelerimizin hemen hepsinde Türkiye'den aldığı bir kokudan söz ediyordu. 'Bir şey kokuyor bu ülkede' diyordu. Kaldığı tüm otellerde çarşaflara, gittiği lokantalarda masa örtülerine sinen kokunun en nihayetinde Türkiye'de yaygın bir şekilde kullanılan Vernel benzeri çamaşır yumuşatıcıları olduğunu anladığımızda kahkahalarla gülmüştük. Bu yazıyı bana yazdıran, koku konusunda hassasiyet taşıyan herkesin başucu kitabı Patric Süskind'in 'Koku' adlı romanının büyük bir cüretle sinemaya uyarlanmış olması. Cüret diyorum; çünkü koku gibi fazlasıyla soyut, dildeki anlatımı dahi güç olan bir duyunun görüntüsünün yaratılmaya çalışılması neresinden bakılırsa iddialı bir çaba. Film, son yıllarda yapılan dönem filmlerinin çoğunda rastlanan animasyon havası dışında başarısız da sayılmazdı pek. Amacım filmin bir eleştirisini yapmak değil elbette. Ama film vesilesiyle koku-ruh ilişkisine bakmayı deneyeceğim. Filmde koku alma duyusu olağanüstü gelişmiş bir adamın, kendi kokusunun olmayışını anlamasıyla başlayan kokuyu ele geçirme, kokuyu varlığına içkin kılma uğraşı çarpıcı biçimde anlatılıyordu. Koku konusunda söylenebilecekler arasında beni en fazla kokunun ruhla, ruhsallığımızla bağlantısı ilgilendiriyor. Süskind'in de romanında gayet çarpıcı biçimde ifade ettiği bu ilişkinin kanıtlanması mümkün değil elbette. Ama bu iddianın tartışılmaya değer bir yanı olduğunu düşünüyorum. Üstelik böyle düşünmekte beni cesaretlendiren sadece kendi deneyimim değil. Ana konusu koku olmasa da, neticesi kokuda düğümlenen bir doktora çalışmasını hatırladım koku üzerine düşünürken; Heidelberg Üniversitesi Doğu Araştırmaları Bölümü'nde yapılan bu doktora çalışmasında Avrupalı kadınların mektup ve günlüklerden hareketle yabancı bildikleri bir dünya karşısında verdikleri reflekslerin bir okuması yapılıyordu. Osmanlı döneminde İstanbul ya da Anadolu'nun diğer şehirlerine yolu düşen Batılı kadınların tuttuğu günlüklerden, yazdıkları mektuplardan hareketle hazırlanan bu çalışmada dikkatimi çeken şey 'koku' temasının öne çıkmasıydı. Aralarında Leydi Montegue gibi tanınmış tarihî isimlerin de bulunduğu kimi sefire, kimi seyyah, kimi de sırf entelektüel ilgileri dolayısıyla Doğu'da bulunan Avrupalı kadınların yazdıklarında, hemen hepsinde ortak refleks, karşılaştıkları ve yabancısı oldukları Doğu'yu koku ile ifade etme eğilimi taşımalarıydı. Söz konusu günlük ve notlarda şehirler, şehirlerin belli bölgeleri koku ile anlatılıyordu. Ağır, içe işleyen, sarsıcı ve yer yer masallardaki gibi misk ve amber kokularından söz edilirken, şehirlerin cehennemi andıran bölgeleri koku aracılığıyla tasvir ediliyordu. Bir başka dünya yahut kültürle karşılaştığını, bir başka dünyanın kıyısında olduğunu düşünen Batılı kadınların verdiği bu tepki ilk bakışta tüm kültürel ve ideolojik referanslardan arınmış fizik bir tepki gibi görünse de, biraz kazındığında bu tepkinin varoluşsal bir yanı olduğu ve izleri sürüldüğünde bunun da en derin haliyle kültürel referanslarımızla ve dolayısıyla kimliğimizle ilişkili olduğu görülecektir. Koku insanın ruhsallığıdır... Kısaca, düşüncenin merkezine bedenin, bedensel duyumların yerleştirilmesi çoğunlukla narsisisizmle açıklansa da sadece bununla sınırlı olmayacak kadar karmaşık bir süreç söz konusu. Ve bu sürecin en önemli durağı ruhsallığımızla ilgili yanı. Sözünü ettiğim şey koku ve ruh ilişkisi. Bana öyle geliyor ki, kokuya duyarlı olan her bünyede ruhu devrede tutan bir mekanizma harekete geçiyor. Koku duyumuzun soyut, görünmez zarı(varlığımızın hangi derin kaynakları ile ilişkideyse artık) tabiri caizse kendi ruhsallığını yaratarak, ruhsal algımızı belirleyebiliyor. Daha da ileri giderek koku insanın ruhsallığıdır gibi bir önerme yapılabilir mi acaba? En azından kokunun ruhsallık alanlarına her durumda eşlik ettiğini bazı mistiklerin cennet tariflerinden biliyoruz. Cenneti adını bilmediğimiz binlerce latif kokuyla miski amber kokusuyla tarif eden mistiklerin yanında, Müslümanların sevgili Peygamberlerinin gül koktuğuna Kutsal Kitaba inandıkları kadar inanmaları bunun en önemli göstergesi. Özetle insanın bir durum, bir mekân karşısında ruhen açık olup olmaması koku ile anlatılabilir. Yani ruhun bir duruma açıklığı kokunun güzelliğiyle, kapalılığı kokunun kötülüğüyle açıklanabilir. Dolayısıyla insanın yaşadığı şehirle, yaşadığı mekânlarla, birlikte olduğu insanlarla ilişkisini en iyi koku algısı yansıtır. Böyle bakınca paranoya düzeyine varan koku hassasiyetimiz ruhumuzun da haritasını koyar önümüze. Aynı haritaya bakarak, bir duruma, bir ülkeye, bir şehre, bir insana ne kadar yabancılaşmış olduğumuzu aldığımız kokuları takip ederek bulabiliriz. Buna en iyi örnek, sevdiği insanların sigara kokusundan rahatsız olmadığı, hatta içine çekmeyi sevdiği halde sevmediği bir ortamda, sevmediği insanlarla olduğunda sigara kokusuna katlanamayanların psikolojisidir. Oryantalist resimlerde bolca yer alan Şark'ın duman altı kahvehanelerini hatırlayın. Resmine kahvehanenin diğer detaylarından önce dumanı ekleyen ressam gerçekte ne anlatmak istiyordu acaba? Tüm oryantalist resimlerde ilk bakışta göze çarpan dumanı tüten nargile görüntüsü size de garip gelmiyor mu? Bana kalırsa dumanaltı o manzarada oryantalist ressamın kafasında çok önceden var olan, karşılaştığı dünyanın gizemi duman aracılığıyla yansıtılırken (bir tül, sis perdesi) aslında anlatmak istediği içine giremediği uzak dünyadır. Üstelik o dünyanın bir de kokusu vardır ki çoğu Batılının kafasında Şark, tütün demektir. Bugün dahi çoğu Batı dilinde 'Türk gibi tütün kokmak, Türk gibi sigara içmek' deyimi ile bu bakışın ilişkisini kurmayı okura bırakalım. İyi ya da kötü kokular alabiliriz. Kokuya açık ya da kapalı olabiliriz. Ama kesin olan bir şey var ki kokuya verdiğimiz tepki, ruhumuzun derin katlarında nelerin olup bittiği konusunda psikolojinin en ileri yöntemlerinden dahi daha ciddi veriler sunar kendimiz hakkında. İyi kokuların peşinde olmak, varlığa, ruhsal olana açlığımızsa eğer, kötü kokulara verdiğimiz tepki o durumu yabancılamamız, o duruma ruhumuzun derinlerinden bir itirazın yükseldiği gerçeğidir. Hal böyleyken, kokuya aşırı duyarlı olanlar, kötü koku aldıkları şehirlerin, mekânların, insanların arasında haksızlık ettiklerinin de olabileceğini hesaba katmalı. Öyle ya ruh da yanılabilir.