Gazete, haberi şu başlıkla vermiş:

    "Erdoğan: "Valiler kamyona binip kömür dağıtsın"

    Başbakan Erdoğan Ak Parti İletişim merkezi tarafından"Yarım milyon gülen yüz" adı altında düzenlenen programda hem valilere hem de parti teşkilatına seslenmiş: 

    "-Biz dairelerimizde doğal gazla ısınırken öbür tarafta bırakın doğal gazı, kömür bulamayan vatandaşlarımızı kendi haline bırakabilir miyiz?

    Bırakamayız.

    Niye?

    Çünkü biz kimsesizlerin kimsesi olmaya mecburuz."

    Başbakan vali ve kaymakamlara da şu talimatı vermiş:

    "-Valilerimiz, kaymakamlarımız şunu bilecek. Eğer evinde sobası yoksa sobasını da al, benim fakirim onurludur gururludur, senin kapına gelmesini beklemeyeceksin. Gideceksin, arayacaksın, bulacaksın. Nerede fakir var, nerede garip var. İcabında sayın valim sayın kaymakamım atlayacaksın kamyonun şoför mahalline, oturacaksın gerekirse sen gideceksin, kapıyı çalacaksın, kömürü sen vereceksin. Bunu yaptığın gün bu Türkiye ne olur biliyor musun, uçar uçar. Hep beraber bunu yapmaya devam edeceğiz."

    Haberi okuyunca, Mehmet Akif'in Safahat'ında şiir olarak yer alan "Koca karı ile Ömer" hikayesini hatırladım.

    Halife Ömer bir gün, bir dostu ile birlikte şehri dolaşmaya çıkıyor. Şehrin varoşlarına doğru açılıyorlar. Orada bir çadır içinde yaşlı bir kadınla birkaç çocuk görüyorlar.

    Ötede bir ateş yanıyor. Üzerinde bir kazan. Yaşlı kadın arasıra varıp kazanı karıştırıyor ve ağlaşan çocuklara hitaben:

    -Sabredin yavrularım, az sonra yemek pişecek, diyor.

    Ömer selam veriyor. Çadıra yaklaşıyor. Ateşte kaynayan kazana bakıyor. Şaşırıyor. Çünkü kazanda kaynamakta olan şey, yemek falan değildir. Doğrudan doğruya taştır.

    Bu defa yaşlı kadına yöneliyor:

    -Neden, diyor, burada yemek yokken çocuklara yemeğin piştiğini söylüyorsun?

    Kadın bakıyor bu yabancı adamın yüzüne;

    -Ne yapsaydım, diyor, yiyecek bir şey yok ve çocuklar aç. Onları yemek pişiyor diye oyalıyorum, az sonra ağlaya ağlaya uyurlar.

    Ömer merakla soruyor:

    Bu çocuklar senin neyin olur?

    Yaşlı kadın "Torunlarım", diye cevaplıyor ve bir solukta anlatıyor:

    -Babaları savaşta şehit oldu. Anneleri bir başkasıyla evlendi. Torunlar da bana kaldı. Ben de yoklukla boğuşuyorum, diyor.

    Ömer bu defa;

    -Peki Halife Ömer'e anlattın mı durumu? diye soruyor.

    -Halife'nin canı çıksın, diye cevaplıyor yaşlı kadın. Hayır anlatmadım. Anlatsam ne olacak sanki!

    Ömer üsteliyor:

    -Canım, diyor, anlatsan belki yardımı dokunurdu. Anlatmadan nasıl haberi olsun senin durumundan?

    Yaşlı kadın o zaman, tüm zamanlarda toplum – devlet ilişkilerine örnek olacak bir cevap veriyor. Diyor ki:

    -Benim halimden haberi olmayacak idiyse neden Halife oldu, devlet işlerini neden üstlendi?

    Bu sözleri Ömer, üzerinden bir kazan kaynar su dökülmüş gibi dinliyor.

    Sonra oradan ayrılıyorlar.

    Doğruca zahire ambarına gidiyorlar. Ömer sırtına bir çuval unu yüklüyor, eline yağ tulumunu alıyor ve çadıra doğru yola koyuluyor.

    Yolda arkadaşı, Ömer'e, yükü paylaşma teklifinde bulunuyor. Ömer reddediyor.

    -Bu vebal benim, diyor, onu ancak kendi sırtımda un çuvalını taşıyarak affettirebilirim.

    Kendi kendine söyleniyor:

    -Ömer Ömer! Nasıl aldın bu barı sırtına sen!

    "Bar" devleti yönetme yükü demek.

    Devlet başkanlığı, Halka hizmet sorumluğunu yüklenmek demek çünkü.

    Sırtında un çuvalı, elinde yağ tulumu yürüyorlar...

    Nihayet çadıra geliyorlar, un ve yağ ile yemek yapılıyor ve çocuklara ikram ediliyor.

    Ömer, Halife Ömer olduğunu ancak o zaman söylüyor. Yaşlı kadından af diliyor. Yaşlı kadın ise Ömer'e son nasihatini veriyor:

    -Bundan sonra böyle göster halifeliğini...

    Şu sözler Halife Ömer'in hafızalara yerleşen devlet adamı sorumluluğu olarak tarihe geçiyor: 


    "Kenar-ı Dicle'de bir kurt, aşırsa bir koyunu.

    Gelir de adl-i ilahi Ömer'den sorar onu."


    Bu devlet anlayışı, aslında bizim kültür dünyamızın beslenme kaynağı oluyor.

    Onun için bir başbakanın valilere ve kaymakamlara "Gerekirse kömür kamyonunun direksiyonuna geçin, fakir fukara evlerine kömür dağıtın, onların onurları da incinmesin" çağrısında bulunması asla şaşırtıcı değil.

    Memleketi yönetme sorumluluğu sırtınıza yüklenmişse, ülkenin aç ve açıkta kalanını, soğukta üşüyenini görmek zorundasınız.

    "Kerim devlet" böyle olunuyor.

    Bu devlet üslubu bize yabancı değil.

    Bizim köklerimizde o var.

    Şimdi, kerim devlet jesti ile ortaya çıkan her davranış, ülkemizde ayrı bir insani rüzgar estiriyor.

     Eli sopalı, çatık kaşlı devlet imajı gidiyor, şefkatin ve hizmetin güler yüzü devreye giriyor.

    Bunlar iyi şeyler. Ve bu onurlu toplum, iyi şeylere layık.

    Devlet hizmetini toplumun onurunu koruyarak yapmak ise, ayrı bir insani kalite göstergesi.

    Bizim payımıza da, iyi şeyleri yazmanın – konuşmanın mutluluğu düşüyor. Az bir şey değil.