“Nereye gidersem gideyim gökyüzü benimdir”, der ya Söhrap Sepehri… Gökyüzüyle aranızda sinema, reklam veya tv yıldızlarının oluşturduğu bir koyu katman var, New York Times Square’da. Yıldız değilseniz, yıldızlara ulaştıracak para ve konumdan da yoksunsanız, sahip olduğunuz özgürlüğün bir kandırmacadan ibaret olduğunu duymaya zorlar sizi meydan, ilk izlenimlerin ardından. Bu baskı karşısında kişi bireysel bağımsızlığının yük olduğunu duyarak bir camiaya, gettoya, çatı altına sığınmayı diler.
Q metrosuyla Times Square’e eriştik Hatice Akıncı Yılmaz’la. (Eskiden Longacre Meydanı olarak bilinirmiş bu havali, The New York Times’ın hatırına Times Square’e dönüşmüş.) Kırmızı Merdivenler’in ününü kızım Meryem’den duymuştum yola çıkmadan. Dünyanın dört bir tarafından sanatçılar gelir, performanslarını sergilerlermiş, Broadway’e açılan kapıda. Kırmızı Merdivenler, “Kırmızı Işık Bölgesi” denilen sahada dünyayı kaplayan popülist imgeleri üreten kapılara geçmek için açılan bir yolken, çok geçmeden bir sahneye dönüşmüş. Bakalım Amerika’ya özgü yeni sanat tezahürlerinin işaretlerini orada bulmak mümkün olabilir mi...
Bir açıdan bu çok zor, tahmin ediyorum, herkes “New York pek çok bakımdan Amerika değil” demekte.
Kırmızı Merdivenler kapitalizmin mabedi gibi, yolculukların bu uğrağı yorgun simalara, “epey uğraştık, ama nihayet buradayız” ifadesini kazandırıyor. “Nihayet burada” olmaktan ileri gelen sebep ve gözlemler ortak bir duygu halinde kuşatıyor renkli kalabalığı. “New York’ta, 5. Cadde Boyunca” başlıklı yazımda anlatmıştım; sadece Çinliler ve Hintliler değil, Hatice’nin merdivenlerde rastlantıyla karşılaştığımız Türkiye’den yenilerde gelen başörtülü arkadaşları da basamaklarda yerlerini aldılar, fotoğraf çektirmek üzere. Bir faaliyet görüntüsü, heyecanlı ifadeler, sirkülasyon, göğü kapatan binaların ekrana dönüşen yüzeylerinden yağan imgelerin simülasyonu… Ama herhalde bana denk düşmedi şöyle çarpıcı bir gösteri, eylem, sanatsal sunum. Vakit erkence de ondan olmalı, saat olsa olsa öğleden sonranın üçüdür; bu durumda geri dönelim dedik.
Böylelikle bir akşam da gece saatlerinde geldim Kırmızı Merdivenler’e, bu kez evlerinde konuk olduğum Michelle ve Kemal Birtek’le. Pankart açıyor Pakistanlı, şarkı söylüyor Afrikalı, dansediyor İtalyan, vaaz veriyormuş gibi “mistik” bir dalgınlıkla konuşuyor Afro-Amerikan; fotoğraf makineleri ve kameralar hiç durmuyor. Ressamlar bin türlü yorumluyor neon ışıklarını yansıtan merdivenleri. Popüler kültürün ikonları bir kutsiyetin sürmesi adına kuşatıyorlar fezayı. Kimse taşkın değil, heyecanlı da değil, çeşitlilik yoğunluğu oranında gerçekliğini yitiriyor; avangart sanatçı performansı diye inandırıcı, gerçekten heyecan uyandıran bir gösterge de yok.
Merdivenin basamaklarını tırmanıyorsun herkesle birlikte; nereye ama, gökyüzü kapalı.
Elini uzattığında bir çizgi ya da fantastik film kahramanının bulunduğu sahneye değebilirsin, bir duvarda. İzlediğin yine de bir ekran, devcileyin olsa da, ancak gizemli üretim sahasına alabildiğine yakınlaşmış olma duygusunu bahşediyor kırmızı merdiven basamakları. İnsanlar merdivenlerin önemini takdir etme ortak paydası üzerinden birbirlerine anlayışla gülümsüyor ve fotoğraf çekmede yardımlaşıyorlar. Basamaklarda ne kadar eğlenilecekse, son anına kadar hakkı verilmeli; kutsal beldeleri ziyarette de hissedilecek bir kıymetini bilme anlayışıyla… Paylaşılan bir canlılık, renklilik, heyecan, yeni bir dil, bir ifade, anlama ve anlaşma yollarına açılabilir mi… Yoksa, Babil Kulesi’nin dili dağıtan, anlamı parçalayan kibirli yapısına mı yakınlaştırıyor, basamaklar… Merdivenin çıkışsızlığı veya ekran duvarların yaydığı imgelerle oluşturduğu kapalı feza, gökyüzü sahnelerini siberuzay tasvirlerinde bulmaya yönlendiriyor. Burada yaşanan buluşma ne ölçüde her şeyi daha derin bir ortaklıkla algılamayı sağlayan bir kavrayışı mümkün kılabilir…
Sorularım kısmen retoriksel… Kırmızı Merdivenler’in basamaklarını tırmananlar çoğunlukla bir kült zemininde hatıra fotoğrafı çektirmek istiyorlar, hepsi bu. Kimi bir arkadaşının peşine takılmış, kimi benim gibi tavsiye üzerine yola düşmüş, kimisi de kırkı aşkın tiyatro salonu barındıran ışıl ışıl Broadway’i dolaşırken kalabalığı görerek yolunu değiştirmiş. Işıklar gecenin gündüze çevrilmesi amacını taşımıyor, tersine, büyünün sürmesi için karanlığın varlığı şart; “Dünyanın Tüm Sabahları”nın yönetmeni Alain Corneau’nun ışıkların sınırlı olarak, gece zulmetini güçlendirecek tonlarda kullanıldığı “kara filmler”inde olduğu gibi… Zaman da mekân da gece karanlığından mütevellittir burada ve gece her türlü “kara” sürprize gebedir. Mafya ve cinsellik temalı alt kültürlerin 80’lerin sonlarına kadar 42. Cadde’nin hafızasında bıraktığı izleri gecenin renkleri kendince arındırma çabası içinde; basamaklar her kesimden insanın akışına açık olduğu takdirde tırmanılmayı hak ediyor olacaktır.
Seküler haccın adreslerinden birinde kapitalizm neon ışıklarıyla ululanıyor. “Buraya gelince yabancılık duymazsınız. Filmlerin, tv dizilerinin bir parçası çıkar karşınıza. İngiliz, Alman, Hispanik, Türk… Etrafınızda pek Amerikalı bulamazsınız. Geniş mekânlara düşkün Amerikalı sevmez bu şehri” diyor Kemal Birtek.
Avangart sanatçı performanslarının en uzağına düşen yaratım alanı ancak burası olabilir, öyle bir geçit vermezliği var popüler kültür ikonlarının. İnsanın Sepehri gibi “gökyüzü benimdir” diyebilmek için muhayyelesini daha bir zorlaması gerekiyor, yapay yıldızların sağanağında. Sadece üretilmiş olan sunulabilir Kırmızı Merdivenler’de ya da ikonların geçit vermezliğine rağmen gökyüzüne dokunmayı mümkün kılacak bir sıçramanın ertelenemez amaçlarına sahip olabilmelidir yolcu, Times Square’den geçiş sebebi bir hatıra fotoğrafı çektirmekle sınırlı değilse.