Hem Türkiye'deki egemen oligarşi, hem de global egemenliğe oynayan oligarşi, gücünü kendine ait müsbet ve insanlarca kabul edilebilecek değerlerden almıyor.
Gerek global egemenliğe oynayan oligarşinin sadece retorikte şampiyonluğunu yaptığı modernlik ve modern medeniyet değerleri, gerekse Türkiye'deki egemen oligarşinin ideolojik değerleri, insanlara kalıcı ve insan fıtratıyla bağdaşık, onu tatmin edecek hiçbir şey va'd etmiyor. Bunun yanı sıra, çok büyük çoğunluğuyla insanlar, her iki oligarşiyi seslendirdikleri değerlerde samimi de bulmuyor ve onlara inanmıyor. Dolayısıyla, elbette bunun farkında olan her iki oligarşi de, ayakta kalabilme adına bir düşman kutup üretme ihtiyacı duyuyor ve düşmanlıkla kavgadan besleniyor. Global oligarşi, düşman kutba resmen İslâm'ı oturtuyor ve bu düşmanlığı terörle savaş mazereti üzerinden yürütüyor. Türkiye'deki oligarşi ise irtica ve bölücülük mazereti arkasında yine İslâm ile ve Türkiye'nin İslâm hassasiyetli halkıyla savaşıyor.
Nasıl ceza hukuku bizatihî güzel, müsbet ve arzulanan bir hukuk olmayıp, hastalanmış bünyeye sağlığını yeniden kazandırma ameliyesi gibi bir fonksiyona sahip ise, böyle olması gerekiyorsa, savaş da, aynı şekilde insanlık için aslî ve bizatihî güzel değildir. O, adalet ve hakkaniyet temelli olarak yapılmalıdır ve böyle yapıldığı zaman bile ancak neticeleri itibariyle güzel olabilir. Soğuk-sıcak, psikolojik-fizikî, hangi türden olursa olsun savaşlarla kalıcı hiçbir netice elde edilemez; insanî bir medeniyet kurulamaz. İşte tarihin coğrafî planda en büyük imparatorluğu olan Moğol İmparatorluğu, işte İskender İmparatorluğu. Ama ancak ebedî, insan fıtratıyla bağdaşık değerler üzerinde "kalblerin sultanlığı" ve zihinlerin fatihliğiyledir ki, kalıcı, gerçek ve insanî bir düzen ve medeniyet kurulabilir. Sadece güce ve düşmanlığa dayalı savaşlarla elde edilen geçici galibiyetler, bu düzen ve medeniyet içinde erimeye, güce ve düşmanlığa dayalı savaşları kendilerine yol seçenler de kalblerin sultanları, zihinlerin fatihleri karşısında "Yemin olsun Allah'a, sizi bize tercih etti!" itirafında bulunmaya mahkûmdurlar.
Bugün insanlık; savaşlardan, düşmanlıklardan iyice bıkmış ve bunalmış olan dünyamız, her zamankinden daha çok sevgiye, merhamete, samimiyete muhtaç ve kalblerin sultanlığı, zihinlerin fatihliği, bugün bütün bir geçmişte olduğundan hem daha kolay, hem daha çok kıymet ifade ediyor. Hoşgörü ve diyalog, "gözleri perdelenmiş, kalbleri ve kulakları mühürlenmiş, dolayısıyla akıldan ve anlayıştan bütünüyle mahrum" küçük bir azınlık dışında herkesin beklediği ve herkese taşınması gereken sevgi, merhamet ve samimiyetin ibrişimden koridoru veya köprüsü. Tarihte her büyük bunalım, arkasından büyük değişimler, dönüşümler getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı faşizmi, Nazizm'i getirdi ve İkinci Dünya Savaşı'nı doğurdu; İkinci Dünya Savaşı Demirperde'yi getirdi, Soğuk Savaş'ı doğurdu ve dünyayı mevcut sürece itti. Çünkü söz konusu dönemlerde, gerçek ve kalıcı medeniyet kurucu ebedî değerlere sahip olanlar, henüz dünya üzerinde hoşgörü ve diyalog köprüsü inşa edememişlerdi; dolayısıyla insanlık, sözü edilen değerlerden habersizdi. Şimdi, Allah'ın söz konusu değerleri nasip buyurduğu insanlar ve kurulan köprüler var. Ve dünya, belki tarihte görülmedik bunalımlar, çatışmalar sürecine giriyor, belki de girmiş bulunuyor. Bu süreçte, söz konusu değerlerin ruhunu oluşturduğu müesseseler, belki de çölde vaha gibi insanların sığınma merkezleri olacak. Yeter ki, o değerlere sahip olanlar, ellerini o değerlerden çekmesin; içinde insanlığın sürüklendiği çatışmalardan, vuruşmalardan, kavgalardan ve bunların sebeplerinden uzak kalabilsin. Gönülleri, ağuşları, güven âbideleri olarak herkese açık olsun.
Evet, bütün ebedî değerlerin ve evrensel emniyetin mücessem âbidesi Kâbe'yi tavaf, belki namaza denk bir ibadettir ve bu ibadeti yerine getirenler hamd olsun çoktur. Ama bundan daha ötesi, Kâbe'nin tavaf ettiği bir topluluk olabilmek ve öyle kalabilmektir.