İçinde yaşadığımız zamanlar her bakımdan tahrik edici. Bir taraftan her gün olağanüstü fırsatlar ve yeniliklerle karşılaşıyoruz. Küresel düzeyde ortaya çıkan gelişmelerle birlikte, daha önce gündemimize girmeyen meselelerle zihnimiz açılıyor, ufkumuz genişliyor, düşüncemiz zenginleşiyor.

Zihnimiz açıldıkça da özgürleşiyoruz. Ayaklarımızdaki zincirlerimizi daha çok fark ediyor, onlardan birer birer kurtuluyoruz. Kendimize, tarihimize bakışımızda şeffaflaşıyoruz. Çünkü doğaya ve insanlığa hakim olmak için kurduğumuz düşünce sistemlerinden, ideolojilerden, büyük anlatılardan kurtuluyoruz. Şimdiye kadar, kendi içimizde ve başkalarında bastırdığımız duyguların aslında zenginlik kaynağı olduğunu öğreniyoruz. Tarihimiz, belleğimiz, kimliklerimiz özgürleşiyor; ötekinde kendimizi, kendimizde ötekini keşfediyoruz; sınırlarda dolaşıyor, sınırlarımızın ötesinde hissediyor, görüyor ve çoğullaşıyoruz.

Ama aynı zamanda içinde yaşadığımız dönem "güvensizliği" de besliyor. Her an her şeyi tehlike veya risk olarak algılama eğilimindeyiz. Modernliğin kurumları bize yeterli güven vermiyor. İçinde yaşadığımız dönem uzlaşma, anlaşma, iletişim gibi insanları bir araya getiren durumdan çok korkunun, kavganın, çatışmanın, eleştirel kuşkunun hakim olduğu bir durum özelliği sunuyor. Kendimize güvenimizi kaybediyoruz, değişimin hızı ve getirdiği "çokluk" ve "yenilik" karşısında... Kendimize güvenimizi tazelemek için, bizim dışımızda ne varsa, hepsini "güvenilmez" ilan ediyoruz ve onlardan korkuyoruz. Tek "biz" kalıyor geriye; tek güvenilecek şey...

Avrupa Birliği yolunda ilerlemekte olan Türkiye toplumu, bu kapanma ve açılma paradoksunun tam ortasında yaşıyor. Toplum bir yandan kendi üzerine ve geçmişi üzerine düşünmeyi öğreniyor; sahip olduğu tüm farklılıklarla birlikte, bir arada yaşamanın yollarını arıyor... Yıllardır kenara itilmiş olan, yok sayılmış olan farklılıklar bu toplumun ayrılmaz bir parçası, bir zenginliği olarak yeniden devreye giriyor. Türkiye tarihinde olmadığı kadar bir altüst oluş yaşanıyor. Silahla, bombayla, sertlikle gidilebilecek noktaya kadar gidildi, bundan sonra bu yöntemlerle hiçbir yere gidilemeyeceği artık idrak edilmekte. Milyonlarca Kürt'ü ve milyonlarca Türk'ü ilgilendiren büyük bir sorunu çözmeye çalışıyor bu ülke. Böylece, Türkiye'nin kendisi için örmüş olduğu korunaklı koza yırtılıyor... Gerçeklerin perdesini açan bir süreçtir bu. Kimse kendini gizlemesinin şık formüllerine sığınamıyor daha fazla. Çoğulla?an akıl Türk'üyle, Kürt'üyle, Alevi'siyle, gayrimüslimleriyle bu memleketin insanlarının ortak derdinin "adam gibi" ve "kendi gibi", insan onuruna yakışır şekilde yaşamak olduğunu görüyor.

Aklın çoğullaşması karşısında da, toplumun bazı kesimlerinde, korku derlenip toparlanıyor. Yeniden bir araya gelmeden önceki, tarihsel yaratıcılığın kendini göstermesinden önceki kaos ve korku durumunu yaşayanlarımız da var bu ülkede. Bugün, son gelişmelerden endişe edip, üzerinde durulmakta olan temel kabullerde yapılacak bir yanlışlık, farklılıklarıyla büyüyen bir Türkiye yerine, enerjisini heba eden bir Türkiye tablosu da ortaya çıkıyor. Tam bu güvensizlik halinin yarattığı bugünkü ilişkiler ya da "paranoyak" önyargıları, her türlü ırkçı nefret söylemlerini üretiyor; hem kendine hem ötekine yaklaşımda "öz" arıyor.

"Avrupa" ya da "Avrupalı" ulusların tutucu çevreleri, bilhassa Sarkozy ve Merkel'in olumsuz tutumları, Türkiye'ye karşı direnirken, "Hıristiyan" kökenleriyle "öz"lerini keşfediyorlar son zamanlarda. Orada da büyük bir dönüşüm var. Kırk yıldır yaşamakta olduğum Fransa da ve bütün Avrupa Birliği de bir kimlik krizinden geçiyor ve bunu Türkiye üzerinde yapıyor (Konu ile görüşlerimi, Fransa'da yayınlanan "Sud-Ouest" gazetesinin 26.11.2009 tarihli sayısında kaleme aldığım yazımda dile getirmiştim). Avrupa kamuoyunda son olarak İsviçre'deki "minare referandumu" örneğinde gördüğümüz gibi. Bu, Türkiye'deki türban tartışmasına benziyor. Türban bir şekilde çok eski, ülkemizdeki bazı kesimler için çok ters gelebilir. Ama bu, Kürt sorunu gibi, bir realitedir. Her ikisi de, ortaya çıkan halkın bir gerçekleridir. Bunları inkâr ederek toplumla el sıkışamazsınız, barınamazsınız. Avrupa Birliği de Türkiye'yi kendi Müslümanlığıyla, şarklığıyla, alaturkalığıyla, farklılığıyla algıladığı vakit yeni bir yaşam realitesiyle karşılaşacak, kendini zenginleştirecek. Türkiye'deki türban tartışmaları gibi kendi türban, burka, çarşaf, cami, minare vs. tartışmalarını Türkiye vasıtasıyla yaşamış olacak. Onun için bu konulara Avrupa Birliği'nin temelindeki esas felsefede herhangi bir dinin, herhangi bir ırkın, herhangi bir mezhep farklılığının engel olmasını düşünmemek gerekiyor. Bu ayrımlar, bir önceki sanayi döneminin ulus-devlet yaratmasına yönelik ayrımlardı. Çoktan aşıldı, aşılmaya devam ediyor.

Beraber yaşamak, uzlaşmak, güvensizlik veren ve her şeyin yeniden yazılmaya çalışıldığı, internet ile yeni ufukların açıldığı, küreselleştirmenin egemen olduğu yeni bir toplumsal dünyada yaşıyoruz. Bu dünya da "öylesine", tesadüflerle, görelilik içinde yaşadığımız bir yer değil; ama geçmişte ve önceden belirlenmiş bir yer de değil... Bugünkü dünya, geçmişi tekrar etmeyecek olan ve yarınki "yaratıcı insan eylemini" hazırlayan sayısız imkânların yaşandığı bir dünya...

Türkiye'mizin de artık kabuğunu yırtıp bu dünyada yerini alması, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması (hatta onu aşması) gerekiyor. Bu ülkede, bu kadar ölüm, bu kadar acı yeter. Unutmayalım ki; o "geçmişin" yanında bir de "gelecek" duruyor. Geçmişten çok farklı olmasını istediğimiz bu geleceği yaratmaya çalıştığımız bu değişim döneminde, milletimizin mayasına olan sonsuz güvenim artırıyor, bana, büyük umutlar veriyor.

Kaynak: Zaman