Eski düzenin akışı değişti, belirli saatlerin alışkanlıkları tersine bir uyum aramaya devam ediyor.  Yüksek sesle ya da usul usul yer değiştiriyor, tazeleniyor varlığımızın hücreleri.  Kolay gerçekleşmiyor yeni düzene yerleşmek. Hava mevsim normallerinin üzerinde olmasa da sıcak; rutin bir şekilde tezgâhın üzerinde duran bardağa uzanan elim boşlukta kalakalıyor. Sadece  bir söz var suyla aramızda, bir niyet; elim kolum niyetimden bunu öğrenmeye devam ediyor.

 İlkokul birinci sınıf öğrencisi gibiyim, geçen yıl da geçtim bu sınıfın tedrisatından, ama aldığım tam olarak aynı ders değil. Yeni bir başlangıç fırsatı bağışlanıyor şimdi bana/bize ve insan olmayı en başından alarak öğrenmenin de alfabesi sunuluyor.    

Zamanın ritmi ağırlaşıyor, zihnim  bu değişime ayak uydurmanın karıştırmalarını yaşıyor. Bir yazı başlığı için uzun uzun düşünüyorum, bir kitabın aynı sayfasında uzuyor dakikalar. Gece başka türlü görünüyor, gündüz bambaşka. Gündüz insanıyım, geceye çevirdim yüzümü. Gündüze ait sesler geceyi ele geçiriyor. Zamanın yeni düzeni  uzamı da karıştırıyor. Bir dernek birkaç yıldır yaptığı üzere  Maltepe sahiline iftar sofrası açmaya hazırlanıyor. İbadetin ilk yaşandığı toprakların sofrasını benim soframa taşıyor Medine hurması.  Pide, Mahmut Derviş’in ifadesiyle her zamankinden daha fazla “sade ve mucizevi”.

 Varlığın en yalın ihtiyaçlarına dönerken  sezgilerimin güçlendiğini duyuyorum. Yadırgamayı öğreniyorum, hayrete düşmem kolaylaşıyor, gözlerimi kamaştıran bir şeyler çoğalıyor. Zihnim ve bedenim hafifliyor. Cümlelerim, bazen üzerinde uzun uzun düşünsem bile başka bir güçle oluşuyor.

                                             ***  **  ***

Bizi ağırlaştıran, taş kesilmemize yol açan dünya, hafifleme vaatlerinin dozunu artırmayı sürdürüyor. İlaçlar, hareket etmeye zorlayan gelişmiş araçlarla dolu salonlar, ruh sağaltma teknikleri... Hafifleme, edebiyatın kurtarılması bağlamında İtalo Calvino’nun düşüydü. “Tüm ağırlıkların yok olduğu hayallerimi beslemek için bilime bakıyorum” diyordu Calvino, Amerika Dersleri’nde.

Bedensizleşme, bir bakıma seküler bir ruh arayışı, insanlık tarihi kadar eski bir ideal; kuşkusuz siber-uzay çağının teknolojilerinden çok daha fazlasını arıyor, talep ediyor ve giderek –zaman zaman baskılayan- bir ideolojiye dönüşüyor. Aynı zamanda maddi ve manevi alanda hafifleme, ağır bir “bakım” çalışmasının bir parçası haline geliyor.  Bilhassa kadınlar, aşırı bedenleştirilme, bedeniyle bir tutulmanın mutsuzluğuna ve böylelikle de piyasa tarafından sürekli bir güvensizlik halinde yaşamaya zorlanıyorlar. (1998’de, “Yeni Azizeler” başlıklı uzun bir yazıda irdelemiştim, kadınlara yönelik bu baskı ağını.)

Yük olarak algılanan, ayak bağı olan “beden” hangi tekniklerle en doğru bir şekilde hafifleyebilir? Paramparça olmaya zorlananı yeniden bütünlemenin  bir veya birçok yolu olmalı. 

Sahici, ideal ve sürekli bir oluş için acıların kaynağı  bedenin iptal edilmesini öneriyor gibidir, Antonin Artaud’un “organsız beden” metaforu.

Yıl 1947. Tutuklanan, kamplarda ve zindanlarda esir tutulan beden, büyük acıların kaynağı olarak yeniden öğrenilmektedir. Drama yazarı Antonin Artaud, yayından kaldırılmış bir radyo konuşmasında “organsız beden” idealini dile getiriyor. “... bir organdan daha gereksiz bir şey yoktur. Bedenini organsız bir beden yapmış olduğunda, tüm otomatik tepkilerden kurtarmış ve gerçek özgürlüğüne kavuşturmuş olacaksın.” Yazarının bir zihinsel çöküş sırasında hissettiği şekilde biçimin ya da formun bulunmadığı durumdaki beden midir o? “Organsız beden” metaforu, Artaud’un işkenceye maruz kaldığı dönemin yaralarını yansıtırken cennette ağrısız sızısız, dünyevi ihtiyaçlardan muaf, acı duyurmayan, yaşlanırken yüke dönüşmeyen, “potansiyel”lere sahip olsa da amelsiz fiilsiz bir bedeni tanımlıyor sanki.

Sadece bir bakıma “Ölmeden önce ölünüz” hadisini hatırlatıyor burada bedenle ilişki.  “Ölmeden önce ölmek”, kaygıları ve sevinçleriyle hayatın gündelik akışına çok uzaktan ya da yukarıdan bakabilmeyi denemek de demek.

“Organsız beden” talebine yol açan ağrılar sızılar, vücut geliştirme programları ya da psikanalizm seanslarıyla giderilmiyor. Potansiyelle yüklü sınır noktasıdır orası; Deleuze ve Guattari’ye göre, bir tasarımın biçimlenmesinden önceki, tüm olasılıkların içkin olduğu kaos durumudur.   Ruh ve beden nasıl birlikte yapılabilir? Uhrevi bir silgi umuyor insan; tevbe ve ibadet başlangıcı... Orucun sevabını siz biliyorsunuz, organlarınız da hissediyor.  Haddi (sınırları) aşmama ile mümkün, kendi en tabii ve saf halinin ikliminde alınan, (somut ya da soyut olarak) organları dinlendiren bir yol bu, aynı zamanda.

                                                     ***  **  ***

Beden ve ruh birlikte aynı yöne nasıl sevkedilebilir. Organların acısı, ruhun ızdırabını da yansıtıyor elbet. Yeni bir oluş için umulan kaosun nasıl bir düzenin eşiği olacağı belirsiz. Aslında, “ben”in âlem karşısında belirsizleşmesinin bir sonucu, “organsız beden” ideali.

Bana şöyle görünüyor içinde bulunduğumuz günlerde:

Organsız beden: (Yeni bir oluşu uman) kaosa katkı.

Oruç: Bütüncül bir alt-üstle, yeni başlangıç fırsatı.

Musa Carullah Bigiyev, beşerin “tam olarak insanlaşma” yolculuğunda orucun rolünü irdeliyor, “Uzun Günlerde Oruç” kitabında. Oruç ibadetinin kuşkusuz önemli olması gereken maslahatları üzerine fikir yürütebilir, ama tam olarak hedefi nedir, tek cümlelik bir cevap vermekte zorlanırız. Bigiyev’e göre oruçta en önemli maslahat, insanın kendi irade ve tercihine sahip olması, iradesinin de diğer kuvvetlere tamamiyle hakim olmasıdır.

 Beden perhizi değil sadece, organların dinlenmesi de değil... Fakat organların bir tür ağrı ve sızıya, belki de işkenceye karşı başka bir güç kazandığı söylenemez mi... Birbirinden kopmaya meyleden bedenle ruhu bütünleştirmeye, “emanet beden”le ilişkimizi yeniden öğretmeye ilişkin öğrenciliğin  bir diploması yok. Duyular inceliyor işte ve süzülen benliğin aydınlığı yüzlere vuruyor. Uzak o kadar uzak değil, yakındaki bambaşka görünüyor. Hafifleyen beden ruhu başka bir şekilde kavrıyor. Orası Rabia Meydanı, daha uzaklarda olmasa da yeniden hatırlanan adreslerden biri Myanmar. En doğudan bir dost iftar sofrasını yerleştireceği çorba için e-postayla bir soru gönderiyor bana. En batıdakilerin sahurunun sesleri timeline’ın akışını karıştırıyor.

İnsanlık gelişen bir durum, olmuş bitmiş bir şey yok; değişebilir, gelişebilir, ufkunu genişletebilir irade sahibi kişi; bu öğretiliyor bize. Bireysel duyuş cemaat varlığıyla bütünleniyor.  Sofraların ucu açılıyor, nimetin şükrünü birlikte terennüm ediyor müminler. Birbirimize emanet olma sorumluluğunun üstesinden gelebilsek,  ağrılı sızılı ağırlığıyla bedenlerimiz kaldırılamaz yük olmaktan çıkacak. Hadis-i şerifin tasviri şöyle: “Müslümanların birbirini sevme ve desteklemedeki durumları bir beden gibidir. Bedenin bir organı rahatsız olursa, bütün organları rahatsız olur (hummaya tutulur) ve uykusu kaçar (uyumunu yitirir) .” (Buhari; Müslim; Ahmed b. Hanbel)  

ATIFLAR İÇİN:

 1-      Andrew Ballantyne, Mimarlar için Deleuze ve Guattari, sf. 38, Yem Yayınları, 2012.

2-      2- Musa Carullah Bigiyev, Uzun Günlerde Oruç, sf. 106, İz, 2009.