Aslında öyküden söz etmem gerekirdi bu yazıda, geçen Perşembe günü katıldığım İstanbul’da düzenlenen Günümüz Türk Öyküsünde Kadının Sesi Sempozyumu dolayımıyla. Derken, daha sabırlı ve ısrarlı olduklarını düşündüğüm şair kadınları anlatmak geldi içimden. Kadına ya da erkeğe şiiri veya öyküyü bağışlayan, kalemin asıl sahibi...

Bir kadın şiir yazmakta ısrar ediyorsa, başka türlü yaşamanın üstesinden gelemeyeceğini bildiği içindir. Bir kadın şiir yazmak için yalnızlığa ve güvensiz görünen bir geleceğe meydan okuyorsa, buna ne kadar zorunlu olduğu içindir de...  

 İlle de benliğine çöreklenmiş ağunun buyruğuna uyarak acıklı bir şekilde mi ölmeliydi Furuğ, özellikle  şiirleriyle mi çağırdı bunu? Oğluna hasret yaşadığı kısa ömründe ne umduğu kadar sevilebilir ne de anlaşıldığına emin olabilirdi. 

Gizdökümcü şiirin hatırı sayılır ismi Sylvia Plath, herhangi bir kadın kadar çaresizce kötü bir evliliğe özgü güçlükleri yaşadı, bu güçlüklere teslim olmasa da üstesinden gelecek şekilde harekete geçmedi de. Şiir yazan kadına ille de  Kamelyalı Kadın hüznünü yakıştırdığımız için, sorumsuz ve bencil koca karşısında günden güne tükenen kadının ahvalini bütün acıklı ayrıntılarıyla birlikte estetize etmek hoşumuza gidiyor, şimdiden bir bakışla.

Kadın şiir yazamaz, şiir yazma sebebi olur,  diye bir yargı açık örtük dolaşır edebiyat kulislerinde.  Bir de mütedeyyin kadını düşünün... Kadın şair söz konusu olduğunda, kendisini şiir evinden kovan şair telakkisi engelini aşmadan önce, üstesinden gelmesi gereken kadınlık yargıları var. 1863 Çankırı, Atkaracalar köyü doğumlu Cevriye Banu Hanım, duygularını sergilemek anlamına gelebilir diye ölmeden önce bir divan oluşturacak sayıya ulaşan şiirlerini yakmış. Mütedeyyin kadının şiirini hicap duyulması gereken ifşa olarak anlamakta ısrarlı bir okuma biçimi, bu yargılardan sadece biri. Dini anlayışı başörtüsünde görünürlük kazanan şairi edebi kamuda görünmez kılmakta yarışan politbüro usulü çalışan müfettişlikler, cabası...

Şiir için ne kadar inat etmek, nasıl sabırlı olmak gerekir... Kızkardeşim Aynur Aktaş, şiir otoritelerinin nüfuz alanlarından uzakta bir yerde yıllarca ve yıllarca mısralarına kulak verdikten sonra ilk kitabını yayımladı önceki sene. Çoğu şair kadın için evliliğinin şartları, ertelenirken kaybedilen şiir mısraları anlamına da geliyor. Dışavurulduğu söylenen duygu sadece kadına ait değil, aileye de ait sesler, sırlar, mahrem bilgiler içerebilir, açık örtük. Öykü ve roman da daha farklı değil, biliyorum. Mutfakla salon arasında bir masada çocuk sesleri arasında hangi öykülerini yitirdi, hangilerini yenilemek gerektiğini düşündü İrem Ertuğrul.

Bejan Matur yıllar önce bir sohbetimiz sırasında anlatmıştı, şiirin göktaşı gibi yüreğine düştüğünü. Kişi şairdir ya da değildir. Fatma Şengil Süzer için “maderzâd şair” diyor Mustafa Kutlu, Mevlana İdris için de dediği şekilde. Bazen söylendiği gibi “nahif” değil, sapasağlam şiirler yazıyor Şengil. Bir başına “Münzevi” şiiriyle, okuyucusunu şiirinin özgünlüğüne inandırıyor. İyi şiirin kılavuzu kadın-erkek, merkez-taşra ayrımı tanımıyor.

Ismarlama utanç kumaşının reddiyle yazmayı sürdürmenin yolunun iyi bir kocadan geçtiği kanısının da coğrafyası yok. Küçük Kadınlar’ın yazarı Louisa Alcott, “Birçoklarımız için özgürlük, aşktan daha iyi bir koca” diye yazmıştı, hiç evlenmediği halde. Plath Amerika’dan Londra’ya gelirken aşık olduğu adamın iyi bir koca da olacağından kuşku duymuyor  olmalıydı. 

Hikayeleri kısmen benziyor. İran’ın Urumiye şehrinden Feriba da elinde ucundan şiir akan kalemi, gönlünde aşkla gitti Londra’ya; Plath gibi. Megolaman, çapkın, onu özgüvenini yıkarak kendine bağımlı kılmaya çalışan akademisyen koca... Yirmi yıl süren evliliğinin ortalarına gelmeden tükenmişti aşkı genç kadının. Çocuklarını düşündü, biraz daha, biraz daha dayanmanın yollarını aradı. Çektiği acıya kalemini bir yere kadar ortak edebildi. Ölümü aklına getirmedi. “Çocuklarım için yaşamalıydım çünkü”, diye anlattı bana. Yaşadıklarının ne kadarını hayal edebiliriz? Hayatının tek tesellisi çocuklarıydı, onlar için moralini güçlü tutmaya çalıştı Feriba, Plath’dan farklı olarak. Nihayet maddi ve manevi açıdan ayakta kalmayı başarmak için yuva öğretmeni olarak çocukların arasına karıştı, dünyanın dört bir yanından Londra’ya göçen çocuklara yöneltti şiire damıtamadığı enerjisini.

Feriba ile Tahran’da bir arkadaş toplantısında tanıştık. Söz sözü açınca yazılmamış şiirleri için duyduğu üzüntüyü anlattı. Yine de çocuklarını, çocukları seçtiği için pişman olmadığını söyledi. Onun gurbete düşen başka İranlılar’dan da duyduğum Ahmet Kaya ilgisini yansıtan sözleri şaşırtmadı beni: Zor zamanlarında dinlediği Kaya’nın “Hani, benim sevincim anne”si, bir gün yine şiir yazabileceği günlere ulaşacağı hissini uyandırıyordu içinde. Şiir yazmayı unutmuş gibi olsa da bir gün hatırlayacak. 

 Benzeri cümleleri Tahran’da kötü hicaplı, İstanbul’da başörtülü bir şairden de dinlemedim mi ben?

Biri divanını yaktı, diğeri şiirinin nüvelerini hayata tercüme etmek için ömrünü harcadı, bir başkası mısralarını dost meclisi sohbetlerine bağışladı. Can havliyle kağıda dökülmüş bile olsa nihayet yakılıp küle dönüştürülmüş mısralar, resmiyetle tanınan edebi kamunun çok az farkedilen çoklukta kırkıncı kapıları olduğu anlamına geliyor. Şiiri kadına edebi kamu bağışlamıyor, buna karşılık  bağışlanmış şiiri filtrelerle kılık değiştirmeye, hatta gizlenmeye zorluyor. Direnen şiirin ikameti sanki ancak kırkıncı odalardan birinde olası. Kırkıncı oda burada, göze görünmeyi umursamadan korunan şiir tutkusunun yuvası.

Edebi kamu engeller koysa da şiir yerleştiği bünyeyi kendine inandırıyor, Platon ne derse desin... Serhan Alkan İspirli’ye ait “Kadın divan şairleri ve geleneğin uzantısı” başlığını taşıyan kitapta yer bulan kadın şairlerin hayat hikayelerini okurken bunu düşünüyorum.