Geçen hafta medyada ve sosyal medyada en çok konuşulan, tepki gören, sokak eylemlerine malzeme yapılan konulardan biri, Tuğrul İnançer Hoca’nın bir televizyon konuşmasında hamile kadınların sokaklardan geçişleri üzerine sarfettiği cümleler oldu. İnançer’in uzun bir söyleşi içinde yer alan hamile kadınların sokaklardaki aleni geçişlerini edeple bağdaştırmakta zorlandığını anlatan ifadeleri, konuşmacının kişiliği nedeniyle tezlikle İslami bir ahkâm olarak yorumlandı. Televizyon ekranının İslami kavram ve olguları açıklamaya yetecek bir kürsü sanılmasının sebep olduğu yanılgı bu: İnsanlar ekranlarda ciddi konuları sınırlı olarak açabiliyor; İnançer de bir söyleşi süreğinde hamile kadınların sokaklarla ilişkisi üzerine kişisel görüşlerini dile getirdi. Bu görüşler arasında “hamileliği davul çalarak ilân etmek bizin terbiyemize aykırıdır” şeklinde katıldıklarımın yanı sıra, katılmadıklarım da var.

Hoşumuza gitmeyen herhangi bir görüşü her an protesto edecek değiliz. Üstelik tanıdığımız ve inandığımız bir şahsiyet bazen bize yanlış gelen cümleler kurdu diye onun bütün cümlelerine paranteze almamız söz konusu olamaz. Yazımın sadece çıkış noktasını teşkil ettiği için bu tartışmalara sınırlı olarak değineceğim. Hamile kadının sokaktan geçişi ille de,  her şart altında edepten yoksun bir ilânın ifadesi olarak okunamaz. Kaldı ki hamile kadınların büyük çoğunluğu için sokak geçişleri bir seçim değil zorunluluk.

Melek Arslanbenzer’in tweet’i, makul yaklaşımı özetleyebilir gibi geliyor bana: “Hamilelik bir çeşit varlıktır, zenginliktir. Zenginliklerimizi göze sokmaya lüzüm yok. Zenginiz diye evde oturmak zorunda da değiliz. İtidal.”

Zenginiz diye evde oturmak zorunda olmamak bir yana, bu Allah vergisi zenginliğe karşılık pekâlâ gündelik işlerle para kazanmak zorunda da olabiliriz. Tesettür, işte o zaman başka türlü bir zenginliği gözden ırak kılmanın ifadesi ya da tekniği değil midir? Tesettür kalpte başlar, bakışlarla sınanır. 

Gezi Parkı eylemleri süreğinde oluşan karmaşık toplumsal hassasiyet ve gerginlik, her türlü dini mesnetli sayılabilecek açıklamayı bir de TRT gibi kurumlarından yapılıyorsa, AK Parti Hükümeti’ne yorma eğiliminde. Bu nedenle de İnançer’e yönelen tepkiler bütün aşırıyorumlarla birlikte aslında AK Parti Hükümeti’ne dönük bir tepkiye tercüme edilebilir. AK Parti iktidara geldi geleli,  “muhafazakâr hükümetin kadınların kamusal alandaki varlığına kısıtlamalar getirmeyi amaçladığı” iddiası her zaman gündemde oldu. Bu rahatsızlığı taşıyan kesimlerin dönemler boyunca başörtülü kadınlara dönük kamusal yasak ve kısıtlamaları sorgulamaktan uzak durmuş olmaları, dikkate şayandır. Bir bakıma bu uzak duruş, modern kodlarla yeniden tasarlanan kentte kadın varlığını belli bir görünüş/hayat tarzı şartına bağlayan yazılı-yazısız kuralları içselleştirmiş olmanın göstergelerinden biri. “Ulus kadın modeli”ne göre tasarlanan ve düzenlenen kentlerde tesettürlü kadının mahremiyet ölçülerine ancak parya muamelesi gördüğü işler alanında göz yumulabilirdi.

 “Laik” kesim özellikle “muhafazakâr” olarak nitelendirilen AK Parti iktidarı yıllarında sokak-kadın ilişkisinde kendilerine kısıtlayıcı gelen her türlü açıklamaya, bu açıklama bir de İslami dünya görüşüyle tanınan kişiliklerden geliyorsa, tepki gösteriyor. Kamusal mekânlarla siyaset ilişkisinin bir kutuplaşmanın gerginliğiyle gündemi işgal ettiği Gezi Parkı eylemlerinin hemen ardında gerçekleşmiş olması, İnançer’in açıklamalarının daha yüksek volümlü bir tepkiyle karşılamasına yol açtı.

İnançer Hoca söyleşisi sırasında mazide gerçeklik kazanmış asude bir şehir ortamının kaybına duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu. Kuşkusuz şimdinin gerçekleri bambaşka: Hamile kadınların meseleleri bir lifestyle züppeliği veya sosyal medya teşhirciliğinin ötesinde boyutlarıyla da konuşulmayı hak ediyor. Pek çok kadın hamileliğinin son aşamalarına kadar çalışmaya mecbur kalıyor. Kayıtsız iş alanlarında hele, gündelik nafakasını çıkarma derdine düşmüş hamile kadınlar için sokak ya da cadde, Monna Rosa’nın gezindiği uzak bahçelerin esintisini sunamayacak engebeli geçiş alanları.  Kayıtlı bir işte çalışanlara dönük,  hamilelik iznini 16 haftadan 24 haftaya çıkartan bir tasarı gündemdeydi ben bu yazıyı yazarken. Fakat bu izinden yararlanamayacak şartlarda çalışan pek çok hamile kadın var ve bu kadınların azımsanamayacak bir kısmı, İnançer’in önerdiği gibi eşlerinin arabasına binerek gezintiye çıkma şansına sahip olmak bir yana, işe gidip gelirken koştura koştura metro ve otobüs gibi kitle ulaşım araçlarını kullanmaya mecbur kalıyor. Dolayısıyla İnançer’in hamile kadınların eş arabası dolayımıyla sokakla ilişkisine dönük açıklamaları olguyu belli toplumsal kesimler seviyesine hasrediyor.

Bir sokaktan geçişlerde bazen ürkek atılır adımlar, bir çekingenlikle; bazen kararlı ve toktur ayak sesleri. Hayatını gündelik işlere giderek kazanan –başörtülerini tavşankulağı tarzında bağlayan- kardeş iki kadın, Şengül ve Birgül’ün değişken iş yerlerine ulaşmak için en az iki vasıta değiştirmesi, sayısız caddeden ve sokaktan geçmesi gerekiyor. Şengül, çalışarak liseyi bitirmesini sağladığı kızının üniversite eğitimini sürdürebilmesi için ikinci hamileliğinin en zor dönemlerinde de minübüs kuyruğuna girdi,  duraklarda bekledi. Mütevekkildi. Bağda bahçede, tarlada doğum yapan kadınlar görmüştü. Hamile ve lohusaların evde zaman geçirme lüksü olamazdı. Doğum yapan kadın en fazla beşinci günden sonra tarlaya gitmeliydi. Bunda bir yanlışlık gördüğünü hatırlamıyordu. Hayat devam ediyordu.

Bedenle ilgili söylemlerin küreselleşme tartışmalarının merkezine oturtulduğu bir dönemde, bir bedeni görünür kılan ya da ezmeye, buharlaştırmaya çalışan şartların yeniden gözden geçirilmesi handikaplı olsa da zorunlu. Aklıma küresel markaların atölyelerinde sıkış tıkış çalışmak zorunda kalan hamile kadınların herhangi özenli bir muameleye lâyık bulunmayan yorgun bedenleri geliyor. Onları kim görüyor ya da görmüyor? Bazı bedenler daha kıymetli, diğerleri göz ardı edilebilir mi? Sokaklar ve caddeler hangi bedenlerin geçişi için uygunken, diğerleri için tehlikelerle dolu...  

 “Türban” ve kamusallık tartışmalarının zirvede olduğu 1980’lerde sokak ve caddelerde ve elbet meydanlarda tesettür kadın varlığına yönelen baskı, bugünkü ile kıyaslanamayacak ölçüde yaygın ve hınçlıydı. Aklıma gelen ilk örnek, Cağaloğlu sokaklarından doğru Sultanahmet’e giderken yaşlı başlı bir hukuk adamının saldırısına uğrayan genç tesettürlü öğretmen.  O dönemlerde tesettürlü kadınların adımları, giyim kuşam alanında neredeyse tek adres olan Unkapanı İMÇ Çarşısı’ndaki firmaların ürettiği modellere göre şekillenirdi. İstanbul’un seçkinlerin yaşadığı kimi semtleri tesettürlü kadınlara görünmeyen vizeler koyardı ki benzeri kamusal geçiş yasakları kısmen sürüyor. Şimdilerde ise piyasanın farkına vardığı tesettürlü kadın gerçeği, giyim kuşam alanında seçenekler sunuyor.  Uzam hem bedenin alışkanlıklarını hem de atılan adımların tonunu etkiliyor. Hamamböceği gibi mi görülüyorsunuz, yoksa kedi adımlarıyla yürüdüğünüz mü söyleniyor... Dar gelirli ailenin iş dönüşü alelacele bebeğini kreşten almaya giden, iş baskısı yüzünden yeniden hamile kalacak diye ödü kopan kadını mısınız yoksa? Lefebre’nin feveran etmesine sebep olan (kartezyen) uzam hâkimiyeti, bedenleri olduğu gibi duyuları da tamamen kontrol etme iddiasında. Biçimlendirme sadece tesettürlü kadınları hedef almıyor: Newtoncu Kartezyen uzam ve zaman dünyasının öne sürdüğü mutlak beden görüşü, olguları tanımlama iddiasını bazen sahilde piknik yapan göbekli “maganda” erkeklerle, bazen muhafazakâr siyasetçilere yönelen “bidon kafa, badem bıyık” şeklinde nitelemelerle öne sürüyor.

 Buna karşılık Kartezyen uzam hakimiyetine dönük eleştirinin gerçek hayattan kopuk önlem ve tedbirlerle sürdürülmesi, sorunu nostaljik bir bağlama doğru itilmeye zorlayacak ölçüde şimdiki zamanın sokak ve caddelerinin seslerine kapalı. Göç alarak genişleyen ve kentsel dönüşümle mahalleleri dağılan şehrin karmaşası, hayat tarzı uyumsuzluğunu ve terbiye anlayışı sınırlarını zorlayan sahneler nedeniyle de mahalle nostaljisini koyulaştırıyor. Mahalle çözülürken onun sunduğu güven, tedbir ve saygılı ilişkiler ağı sitelerde aranıyor.

Başımı yeni örttüğüm sıralarda tanıştığım kimi Erenköylü mütedeyyin aile kadınları, genç kızları hatta, evden arabaya/yazlığa bir hayat sürdürürlerdi. Çok saygı duyduğum bir “abla”nın ekmek fiyatını bilmediğini fark ettiğimde şaşırmıştım. Bir diğeri ise hayatında banliyö trenine binmemişti. Beyazıt Meydanı’nda başörtülü kızların sürdürdüğü direnişi bir yandan desteklerken, yadırgamadan da edemezlerdi. O mücadele niçin gerçekleşiyor, nâmahrem erkeklerle aynı sıralara oturmak için mi? Bu görüş baskın değildi, ama kısmen sınıfsal bir nitelik göstererek varlığını korudu, koruyor. Kimi çevrelerde kadınlar hâlâ ev-araba-yazlık-bahçe döngüsünde steril bir hayat sürdürebiliyor. Yeni site hayatları, toplumsal çeşitliliğe olduğu kadar zenginliğe de kendini kapatacak yalıtımlarla, herkesi kendi türdeşi ile bir araya getiren bir seçkinciliğin altını çizmeye devam ediyor.

Kuşkusuz donukluğu nedeniyle insanı iten bir kamusal alanı yeniden tanımlama ve kurma sorunumuz var. “Kimin Bu Sokaklar, Alanlar, Kentler” diye soruyordu Bektaş 1980’lerde yayımlanan bir kitabında. “Yayaları hiç sevmeyen, çocuklara yaşlılara düşman bu sokaklar kimin? Ağaçsız, çiçeksiz böceksiz, kuru, taş-toprak, bizden olmayan çirkin yüzler takınmış bu sokakları soruyorum?” diye yazıyor Bektaş. Kodlanmış kamusal ve şehirde aksi her varlık ve görüntü, her sembol çirkinleştiriliyor, hatta medya kanalıyla iğrenç kılınıyor. İslami kesim olarak ise 1980’lerden itibaren bir taraftan başörtülü kadınlara yönelik kamusal alan yasaklarını konuşurken aynı zamanda geleneksel (daha ziyade menkıbe kaynaklı) fitne-fesat söylemlerinden hareketle, kadınların sokaklardaki geçişlerini tartışmaya devam ediyoruz. “Kentleşme” hastalıklarını teşhiste ihmalkâr davranıyor, bozulmaya terk edilen mahalle konusunda eleştiriyi ”sol/modernist” olarak tanımladığımız yazarlara terk ediyoruz. 

 İslami bir mahremiyet anlayışına sahip kadınlar için verili kamusal alanın yasaklarla zor geçişlere sahipliği, sivil alana da yansıyor. “Saçlarınızın rüzgârda dalgalanmasını istemez miydiniz?” gibi sorularla tesettürlü kadınlar sıklıkla karşılaşır.  Güncel tartışma konusu parklar bu açıdan bir hayli çarpıcı sahneler sunuyor gelip geçenlere. Sahi, tesettürlü kadınların rahatlıkla spor yapabileceği bir park var mı, genişlemeye devam eden İstanbul şehrinde? Statüko tesettürlü kadınlara, kendilerine sunulan en sınırlı yoldan geçme ve vitrinleri izleme gibi mümkünleri bir lütuf sayıyor. Daha ötesine geçmek için bir ömür mücadele etmek gerek. Parklarda yer verilen spor aletlerini tesettürlü olarak, bol pardösüleriyle kullanmaya çalışan kadınlardan söz ediyordu Ayça Örer, bir Radikal yazısında. Esenköy Kadınlar Plajı’ndaki rahatsız ortamın kargaşası ve bu ortamın kasıtlı girişlerle ifşası, 1990’larda yayımlanan haftalık dergilerin cazip konularından biriydi. Kapris gibi otellerden söz edilmesin hemen (ki otelin adı bile bin açıdan okunup irdelenmeyi gerektiriyor); o oteller de bir bakıma araba aktarmalı sınıfsal “kapalı” hayatların süreğinde bir hizmet görüyor.

Bizi, bütün bu kısıtlama ve engelleri tabii karşılamaya zorlayan bir sistemin kamusal alan kodları öylesine iliklere kadar işlemiş olmalı ki,  hiç değilse sokaklarda rahatlıkla yürüyebildiğimiz zamanlara ulaştığımız için şükretmemiz bekleniyor. Dubai’de anneler için özel geniş bir park yapılması, Tahran’daki kadınların spor yapmasına izin veren parklar... Bu tür örnekleri hatırlatan talepler oldum olası“irtica” sayılarak baskı altında tutuluyor ülkemizde. Buna karşılık Luce İrigaray gibi feminist yazarların metinlerinde, kadınların cinsel özelliklerinden kaynaklanan hamilelik ve annelik tecrübelerinin mekânlara (ve “iş saati” gibi zaman ayarlarına) yansıtılmamasının bir büyük medeniyet (aslında zihniyet)  kusuru olarak irdelendiğini okursunuz. Hamilelik tecrübesi yaşayan pek çok mütedeyyin kadın, özellikle yaz aylarında hareket kapasitesinin mekanlar tarafından kısıtlandığını duymuştur.

İnançer söyleşisi tartışmalarının öne çıkarttığı kimi başlıklar bana, kadınların hamile olsun ya da olmasının sokaklarla ve kamuyla, aslında kentle ve geçiş alanlarıyla ilişkisinin bir kez daha irdelenmesi açısından da önemli geliyor.  İş hayatında anne kadınlar pek az hesaba katıldığı gibi, modern kent tasarımlarında da anne ve hamile kadınlar yersiz-yurtsuz. İnançer Hoca’nın hamile kadın-sokak ilişkisi üzerine cümleleri, eleştirilerimiz mahfuz olmakla birlikte daha temelde bir sorunun, modern kentin kadınların özgürce gezinmesine izin vermeyen yapısının üzerinde düşünmek açısından bir yol açabilse keşke...