Dreyfus Davası, salt suçluyu bulma, yani polis ve / ya yargılama etkinliğiyle ile ilgili sıradan bir olay değildir.

Adalet tarihinin en önemli ve en çok iz bırakan davalarından biridir.

Daha önceleri belirtildiği üzere, iki özkıyım (intihar) olayı yaşanmıştır: Sahte belgeler düzenleyen yazı ustası Lemercier-Picard kendini asmış; Binbaşı Hubert Joseph Henry usturayla boğazını kesmiştir.

İki özkıyım da, kendine kıyanların suçlarının kanıtlanmasından sonra gerçekleşmiştir.

Gerçek suçlunun ortaya çıkması üzerine görevlerinden hemen ayrılanlar olmuştur: Henry'ye körü körüne inanan Genel Kurmay Başkanı General de Boisdeffre ve Savaş Bakanı General Cavaignac.

Yine Brisson Hükümeti çoğunluğunun konuyu yargıya götürmeye karar vermesi üzerine azınlıkta kalan Savaş Bakanı Zurlinden ile Bayındırlık Bakanı Tillaye de çekilmişlerdir.

Bunlar kuşkusuz Davanın siyasal sonuçlarıdır.

Davanın özüyle ilgili ve sınırlı olarak belirtmek gerekir ki, casusluk belgesi ünlü 'bordo'yu düzenleyen kişinin, hüküm giyen Dreyfus olmadığı kesinkes ortaya çıkmıştır.

Eski Savaş Bakanı General Mercier'nin kesin kanıt toplamaktaki yetersizliği, sahtecilik ürünü belgelerin kullanılma biçimi, nice insana suçun birden çok ortağı bulunduğu olasılığını sürekli düşündürmüştür. Paléologue tarafından da benimsenen bu görüş, yandaş bulmamıştır.

Ağırlıklı görüşe göre, suçu tek başına Esterhazy işlemiştir.

Ortaya atılan bir başka görüş de şudur: Yalnızca Dreyfus değil, Dreyfus'ün suçlu olmadığını bilmesine karşın, onun hüküm giymesine yol açan Genelkurmay da suçludur.

Bu nedenle Rennes Savaş Mahkemesince daha az ceza alan Dreyfus, aslında ahlak açısından aklanmış; ancak biçimsel olarak hüküm giymiştir. Çünkü Yargıtay, kararı eksik soruşturma açısından bozduğu halde, Mahkeme bu soruşturmayı yeterince yapmamış, gerçek suçluyu ya da suçluları araştırmamıştır.

Nitekim 1899'dan sonra kamuoyunda Dreyfus'ün suçsuzluğu ve aklanması kanısı güçlenmiş, Yüzbaşı sağduyulu çoğunluğun vicdanında aklanmıştır.

Her zaman ivecen davranan basın on iki yıl boyunca çok kötü bir sınav vermiştir. Yandaş ve karşıt yazarlar, Davayı basından öğrendiklerine göre ve yetersiz bilgilerle değerlendirmiş, kamuoyunu yönlendirmişlerdir.

Aydınlar, özellikle Barrès, Péguy, Emile Boutroux, Maurras, Gabriel Monod gibi düşünürler doruktan inmemişler, Davayla ilgili tartışmalara doğrudan katılmamışlardır.

1870 Sedan yenilgisinin çocukları, öfkelerini serinletmek için bir şamar oğlanı aramışlar; Yahudi soyundan gelen bir subayı, Dreyfus'ü bulmuşlardır. Ne var ki, aslında hiçbir hükümet Dreyfus'ü belki de cezalandırmak, cezalandırılmışsa davasını yenilemek istememiştir.

Davada hiç kuşkusuz, gazeteci ve yazar Jaurès, milletvekili Jaurès'ten daha güçlü çıkmıştır.

Clemenceau, adalet tarihine geçen ve uç görüşü yansıtan ünlü sözünü Dreyfus Davası dolayısıyla söylemiştir: 'Askeri müzik ne kadar müzikse, askeri adalet de o kadar adalettir.'

Başbakan Waldeck-Rousseau, aslında Dreyfus'ün biçimsel olarak hükümlü, ordunun da saygın kalmasını istemiş, af konusuna sıcak bakmıştır.

Parlamenter sistem kendi yetkilerine yeniden kavuşmak amacına öncelik vermiştir.

Davanın siyasal sömürüsü, özellikle 1899'dan itibaren artmıştır.

Kilise, Mac-Mahon ve monarşistlerle birlikte 1870 Sedan bozgunundan sonra sürekli ahlaki ve manevi düzenin, dolayısıyla her aşamada Davanın savunucusu olmuştur.

Sosyalistler Cumhuriyetçilerin kucağına düşmüşlerdir, zaman zaman.

Yargı erki, yürütme erkine bağımlı gibi bir görüntü sergileyerek kötü bir sınav vermiş; yargıçların ve savcıların hükümetçe atanmaları ve yer değiştirmeleri, kamuoyunda yargıya güveni azaltmıştır.

Cumhurbaşkanı Félix François Faure, sürekli Davanın yenilenmesine karşı çıkmış, hem sağdan, hem de soldan tepki görmüş, ansızın öldüğünde cenaze töreni sırasında da Dreyfus yanlıları ile karşıtları arasında çatışmalar yaşanmıştır.

Yeni Cumhurbaşkanı Emile Loubet Davaya daha özenli ve sağduyulu yaklaşmıştır.

Dava sırasında laiklikle ilgili, devlet ve Kilise ayrılığını öngören ünlü 1905 Yasası çıkmıştır.

Kuşkusuz Dreyfus Davası, büyük acılar yaşatmıştır, Fransa'ya. Toplum iki ayrı kutba bölünmüştür.

Tıpkı son günlerde ülkemizde yaşananlar gibi. Aslında Anayasa Mahkemesinin AK Partiyi kapatma davası, 'Ergenekon' diye adlandırılan Dava ve benzerleri, Dreyfus Davasında yaşananların bir başka toplumda ve kültür ortamında yinelenmesidir.

Dreyfus Davasında görüldüğü gibi Türk kamuoyu da bu davalarda ikiye ayrılmış; Ergenekon Davası ve Kapatma Davası yandaşları ile karşıtları, doğru hukuktan yana olacak yerde, cemaatçi bir anlayışla karşı karşıya gelmişler, 'ben haklıyım' derdine düşmüşlerdir.

Ancak, tarihe neden-sonuç ilişkisi içinde sağlıklı yaklaşan güçlü Fransız kültürü, acıyı mutlu sona dönüştürmeyi başarmış, bu Davadan büyük dersler çıkarmıştır.

Bu dersler, sadece Fransa'yla sınırlı kalmamış, Fransa'nın esinlediği birçok Batı ülkesine de yansımış, ádeta hukukta iyileşmenin başlangıç noktası olmuştur. Bu deneyim sayesinde ülkeler, böylesine bir yargısal yanılgıya bir daha düşmemek için çareler aramaya, yasal önlemler öngörmeye başlamışlardır.

Son çözümlemede Dava belli bir duruş yaratmıştır. Bu duruşun ne olduğu iyice bilinmeden, bir yazarın dediği gibi, çağımız hukuk düşüncesini algılamak olanaksızdır.

Bu duruş ve sonuç, yargı bağımsızlığıyla ilgilidir.

Özellikle yargının ve yargıçların kamuoyu karşısında bağımsızlığının sağlanması konusu, bu tür davalardan sonra Avrupa hukuk dünyasında sık sık gündeme gelmiş, yasal düzenlemelere yol açmıştır.

Bu gelişme Türk hukuk düzenini de etkilemiş, yargı bağımsızlığının dördüncü boyutu olan 'kamuoyuna karşı yargının bağımsızlığı'nı bir değer olarak korumak gerektiği 2004 tarihli yasa koyucusunca da benimsenmiştir.

Ne yazık ki Batı'ya göre yıllarca sonra!

 

 

Star