İsmet Özel'in anlaşılmazlığını koyulaştıran yorumlarıyla fikriyatındaki ciddi soruları açmayı mantıki sonuçlarına kadar ilerletmekten geri durmasının bugün AKP’deki muhafazakar donuklaşma dahil pek çok alanda öne çıkan önemli soruların konuşulacağı bir düşünsel zenginlik ortamı açısından büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Medeniyet-kültür tartışmalarını onun gibi “yeryüzünden bir yolcu gibi geçme hissiyatıyla”,  zaman zaman hatta sıklıkla “insanın dört zindanı”ndan, “kendini devrimci yetiştirmek”ten söz eden Şeriati’nin tespitlerinde buluşarak geliştiren Müslüman düşünür nadiren bulunur.

Hilmi Yavuz’un “Mataramda Tuzlu Su” gibi Türk şiirinin zirvelerinde yer tutan bir şiirin sahibine “Büfeci İslam’ı” başlığıyla  medeniyet meselesi etrafında getirdiği eleştirileri tartışmaya açmaktan ziyade bu eleştirilere verilen heveskâr destek, İslami kesimde estetiğin “İslamcı” ve “sağcı” alımlanmaları konusundaki hassas kavşağı işaret etmesi bakımından dikkate değerdi.

Keşke Hilmi Yavuz estetik ve medeniyet alanındaki görüşlerini, sanatsal üretimin açıklamalarını giderek sermaye sahiplerine mal eden estet değerlendirmeleri karşısında bir yerde duran -sokağın seslerinin ifadesi olan- “Büfeci” imgesi üzerinden değil de, sosyalist/toplumcu arka planındaki birikimleri hissettirecek bir içerikte anlatsaydı bizlere!

Oturup konuştuğumuzda  “Büfeci İslam’ı” ifadesinin kastettiği küçümsemeyi Fazıl Say’ın ikide birde ileri sürdüğü, sanat ve sanat ortamını Bourdieu’cu anlamda bir habitus meselesi olarak ortaya koyan cümlelerin vazettiği kibirden ne açıdan farklı bulacağız acaba?

“Büfeci” İslamı’na özgü sayılan sahadaki tecrübeleri olmasaydı, Muhsin Mahmelbaf bir dönem için olsa dahi devrim sinemasının aktörü olamaz, İran sineması da  bir “yeni dalga” niteliği kazanamazdı.
“Dağdaki çoban ve güzellik ” başlığıyla bu köşede yayınlanan yazımda anlatmıştım bu düşüncemi: Toplumsal dalgaların ürettiği yeni, yepyeni herhangi bir akım, bazen yeni ve farklı olandan duyulan korku, bazen klasik sanatın ağır mirasının gölgesi, bazen de estetik despotizmin tutuculuğu nedeniyle kendini aşıp da bir dalgaya dönüşemiyor. 

Ümit Aktaş’ın “İsmet Özel, Medeniyet ve Estetik” başlıklı Milat yazısında anlattığı gibi: “Üç Mesele”de Özel Müslümanca “gelişmeyi” geçmişin görkemine sığınmada ve o görkemde bir sığınak aramada değil, anın sorumluluğunu üstlenerek Müslüman olma çabasına, Müslüman varlığının farkındalığında derinleşmeye bağladı.

Benzeri bir farkındalığın peşinde bir arayış içinde olan Baudelaire salon sanatçılarına, burjuva koleksiyoncularına ve galeri despotlarına inat, “Kötülük Çiçekleri”ni yazdı. Kitabının ismi muhafazakârlarda bir tiksinti tepkisi uyanmasına sebep oluyor. (Öte taraftan kendi döneminin estetlerinin yasaklatma yoluna gittiği kitap, günümüz estetlerince sırf şairin adının inkâr edilemez büyüsü nedeniyle yere göğe konulmuyor. ) Oysa Baudelaire’in poetikası derinde (aydınlanmacılığın tek boyutluluğuna karşı sembolist çıkarımlarıyla) İbni Arabi’ciydi ve bunu da yerleşik Müslümanlardan çok önce İsveçli Müslüman bir ressam, İvan Aguéli gördü. “Ben Baudelaire'in züppesiyim; sonsuz bir basitlikle birleştirilmiş en üstün incelik" ve "İslam İsmail'in çocuğu. Delacroix ve Baudelaire belirgin İsmail'cilerdi", dedi Aguéli. (Torbjörn Safve, Ivan Aguéli/Özgürlüğün Romanı, İz Yayıncılık, 2010) 

İbni Arabi'yi çağrıştıran bir derin görüyle örtbas edilmiş güzelin peşinde bir güzellik üretmeye çabalamıştır Baudealaire. Sanatçı kendisinin çocuğudur, borçlu olmamalıdır atalar mirasına, diye düşünür. Çocuksuz ölür sanatçı üstelik. Kötülük Çiçekleri her türlü dayatılmış estetik yargının reddi. Özgün sanatçı kurallarını yanı sıra getirmeli değil midir? Paris caddelerinin, pasajlarının özgür gezgini.  
Neredeyse çocuk yaşında ailesinin koyduğu adı değiştirmesine de sebep olan ortamına “yabancılaştırıcı” sebeplerle kendisine rehber olarak Muhammed (sav)’ı seçen Aguéli ise Paris salonlarından Mısır’a doğru kaçıyor ve tıpkı didik didik ederek okuduğu Baudelaire gibi Kur’an ayetlerinde, gündelik hayatın seslerinde, sanatın ve hayatın hakikatini aramanın yolunu tutuyor.
"Ben okulu hayatın gerçeklerine götürmek istiyordum, heyecan verici ışıkların olduğu yerlere" diyordu. Zaman aslında yine, henüz o zaman; sanatın hayatın nabzıyla ilgilenmek üzere bir kez daha sıfırdan başlamaya, Miro’nun ifadesiyle mağara döneminin duvar resimlerine geri dönmeye çalıştığı anda oluşmaya başlıyor, anlama dönük keşifler.

Aliya “Doğu ile Batı Arasında İslam”da bunu döne döne anlattı: Kültür hep araştırır, geri döner ve yeniden başlar. Bu nedenle de kireçlenmek nedir bilmez ve zamanının yükünü üstlenir. Medeniyet arkamızda bıraktığımız, bizi alıkoyması ya da içinde tutması nedeniyle de avantajımız ya da dezavantajımız olan… Kültür ise yeni bir medeniyete doğru kendi çabamızla ektiğimiz biçtiğimiz, bireyselden toplumsala açılan benliğimize/sorumluluğumuza ait bir saha.

İsmet Özel’in medeniyet telakkisi, Müslüman sanatçı kişiliğinden soyutlanamaz.  

Kültürün kelimesi “henüz”dür. Henüz başladı çaba, henüz tamama ermekte… Ya da “henüz her şey söylenmiş, yapılmış sayılmaz.”

Kendini büfecinin hatta büfenin arkasındaki parkın kuytularında tiner çeken çocuklarının yerine koyabilen sanatçı, çağımızın sanatını üretebilir. 

Dostoyevski ezik olmaya zorlanan küçük adamların ruhundaki büyük, sarsıcı (ve dehşet sahneleriyle sıkıştırılmış) dünyayı açığa çıkartmak için Sibirya’ya kadar uzandı, yeraltından seslendi. Hakan Arslanbenzer çıkarttığı dergilerde o örtbas edilmeye çalışılan cümleyi haykırmaya devam ediyor: Müzelerde, galerilerde gösterime sürülen bir üstün/yüce üretim olarak sanat, cansızlaşan bir fenomendir.

Aynı kaygıyı Aguéli Paris’te zengin evlerin salonlarında Cezanne tablolarını gördüğünde de hissetmişti. Cezanne yaşarken öldürülüyordu.

Oluşmuş bir medeniyetten önce insanın daha asli ve temel soruları vardır, yeryüzünün dört köşesinde. Muvahhide özgü sorular bazen Japonya’nın bir köyünde yakalar, bazen İsveç’in kuzeyindeki bir sahil kasabasında.

Evet, elbette İsmet Özel ”Üç Mesele”deki tezinde  haklı. İslam kaynaklarının nihai amacı bir medeniyetle sınırlanmak değil, insanın işte öyle varoluşsal sorular sorarak yeni yaratımlar ve uzak-yakın insani kaygıların arayışıyla kendini (olduğu yerde bile) yollara vurmasıdır; yeryüzünden gelip geçmekte olduğunun ayırtında bir yolcu misali…  

Nadine Gordimer “July’nin İnsanları”nda, Güney Afrika’da siyahların eylemiyle tırmanan şiddetten kaçmak için siyahi işçileri July’nin köyüne sığınan üç çocuklu beyaz çiftin hayatlarında meydana gelen köklü değişiklik etrafında  tartışıyordu bu soruyu: Çevremizin, ailemizin, toplumsal statümüzün bize kattıklarından yoksun kaldığımızda, aslında tam olarak kim olacağız?

Bu sorunun üşengeç muhatabı, atalar mirası üzerinden bir içerikte imtiyaz aramayı bir cevaba dönüştürüyor. Bu her şeyden önce, üzerine düşen vazifeyi ifa etmiş atalara yapılan bir haksızlık.
Şu veya bu güzellik değil, sadece gerçeğin kalbidir sanatta aranacak olan, hakikattir, Aguéli’nin dediği gibi; Aliya’nın Özgürlüğe Kaçışım’da defaetle anlattığı gibi.