Ağır yük gemileri, şehirhatları ve yolcu gemileri, kayalıkların üzerinde yükselen Kızkulesi’nden turistlerle dolu Arabalı vapurlar Boğaz’a doğru berrak sularda akıp gidiyor; nazikçe yükselen dağ gibi câmileri geçerek Marmara ve Karadeniz arasında uzanan Tanrı yapımı bu nehirde yollarına gidiyorlar. Tüm zamanların en muhteşem başkentlerinden biri olan bu şehir, bu yeni Roma’yı kuran Roma İmparatoru Konstantin zamanlarından beri Avrupa ve Asya’ya yayılmıştır. Bin yıl önce, yeryüzünün en büyük şehriydi ki hala çok büyüktür. Şehirde onbeş milyon insan yaşıyor; her yıl yirmi milyon kişi ziyaret ediyor. Şehrin ihtişamı, Kudüs, Roma, Babil, Moskova ve Londra bu şehrin, asli imparatorluğun, yanlış yerleştirilmiş görüntüleridir diyen tanrıtanımaz Rus tarihçisi Anatol Fomenko’nun o tuhaf vizyonunu izah ediyor.

Tarihine ve çapına rağmen şehir barışçıl hatta ağırbaşlı şekilde uyanık ve canlı. Sıcak noktalar hâriç, kalabalık hissedilmiyor. Caddeler temiz, yeşillikler düzgün bir şekilde kırpılmış, son yıllarda çirkin bitpazarları kaldırılmış; eski binalara cephe giydirilmiş, ufalanan saraylar masraftan kaçınmadan elden geçirilmiş. Boğaz da temiz; ve kanalizasyon suları tarihte ilk kez artık Boğaz’a akmıyor. Şehir varoşlara/uydukentlere kadar uzanan modern çevreyolları çevrilmiş; ancak tarihi semtlere yaklaşılmamış.

Halifenin tahtı ve İslami yönetimin yurdu olan şehir inanç ve modernlik arasında iyi bir denge tutturmuş. Çeşitli sûfi tarikatlar var ve bilgili adamlar teoloji tartışması yapıyor, Aquinas ve Palamas’ı İbn-i Arabi ve İbn-i Tufeyl ile mukayese ediyorlar. Müezzinlerin ahenkli ezanları, kafelerde içeceklerini yudumlayan müşterileri rahatsız etmiyor. Kızlar başörtüsü takmak veya mini etek giymekte serbestler; her iki şıkkı da uyguluyorlar.

Daha önemlisi, hükümet kısıtlanmamış piyasa ekonomilerine abone değil ve komşularının neo-liberal aşırılıklarından sakınmış. Belediyenin mülkiyetinde pek çok kafe var; fiyatlar özelliklerde parklarda çok uygun hatta lüks eski imparatorluk saraylarında bile; giriş ücreti de alınmıyor. Alkol satmıyorlar; böylelikle aile ve çocuklara da hizmet ediyorlar. Şehir merkezindeki kira fiyatları kitapçıların ayakta kalmasına ve yeşermelerine müsaade edecek şekilde düşük. Küresel ekonomik sıkıntı her yerde olduğu gibi Türkiye’de de hissediliyor fakat fakirler burada elle tutulur yardım alıyorlar; maaşlı kesime ise ayakta kalmaları için cömert krediler sunuluyor. Fiyatlar kontrol altında tutuluyor ve hızlı yükselişin önü alınıyor; müsrif tüketim yüreklendirilmiyor. Zengin, zengin; fakir de fakir ama zenginler gösteriş budalası değiller; fakirler de gözü dönmüş/çaresiz halde değiller.

İnsanlar mütevazı, yardımsever ve zararı dokunmayan kişiler ki Geceyarısı Ekspresi Türkiyesi’nden çok uzakta. Dürüst ve namuslular; kendi şovlarını yapmıyorlar. Çok sanatkârane değiller ve mutfakları İngiliz mutfağına benziyor. Büyük bir iltifat gibi gelmemiş olabilir ama maksadım başkaydı: İmparatorluk kurucuları ve böylesi uluslar genelde müthiş gurmelerden değildirler. Fransızlar imparatorluklarının sona ermesi için çok iyi yerdi; kadınları ise çok çekiciydi.

Avrupa dışındaki ülkelerde olduğunun aksine, Türkiye’deki tek vaha İstanbul değil. Türkiye’yi boydan boya gezdim ve son on yılın modernleşmesine şahit oldum. Yollar düzgün, evler iyi durumda, pazarlar/marketler dolu, insanlar iyi giyiniyorlar, şehirler ne donuk ne de hoppa ve fakat çağcıl. Başbakan Erdoğan’ın liderlik ettiği ılımlı İslamcı hükümetin en büyük başarısıdır bu.

Türkiye öyle 1960 ve 1970’lerde olduğu gibi feleğin sillesini yemiş bir halde değil. Almanya’da birkaç Türk göçmenle karşılaşmıştım. Babalarının kırk yıl önce yurdu terk edip Avrupa’ya gelmekle aceleci bir karar aldıklarını söylemişlerdi. Türkiye’ye geri dönmek istiyorlardı her ne kadar iş bulmak, Avrupa’da büyüdüklerinden dolayı yeni çevreye intibak etmek onlar için kolay olmayacaksa da. Her neyse Türkiye dışarıya göç vermiyor; Avrupa’ya akın eden milyonlarca Türk kâbusu bitti. Yurtlarında kalmayı tercih ediyorlar zira Türkler ülkeleriyle gurur duyan bir halktır.

Halk Erdoğan’ı seviyor. İnsanlar onu karizmatik bulduklarını söylüyorlar. Hasımlarını yenilgiye uğrattı ve yönetimdeki mevkisi tartışmasız. Ve iyi sebeplere mebni olarak Türkiye bunu hoş bir şekilde yapıyor, Teşekkürler. Ülke refaha eriyor; gelirler iki katına, GSMH üç katına çıktı (GSMH’sı 1 trilyon avroyu görebilir). Erdoğan hükümeti Türkiye’de çıkardıkları işten dolayı kendilerini kutlasalar yeridir cidden.

II.

Türkler 1920’lerin kitlesel tehcir ve nüfus mübadelesinin yarattığı müthiş travmayı atlattılar. Şehrin Rum sâkinleri değilse de diğer tüm Hıristiyan cemaatler Yunanistan’a gönderilmişti; Yunanistan’daki Müslümanlar ise Türkiye’ye: Birbirine kenetlenmiş iki câmianın şiddetli ve acılı bir kopuşuydu bu. Diğer boşanmalarda, ayrılan çiftlerde olduğu gibi – zeki kadın ve güçlü erkek – yeni duruma intibak etmek için yıllar harcarlar.

En çok acıyı Rumlar çekti. İmparatorluğun dört bir yanına dağılmışlardı ve merkezi konumları işgal ediyorlardı. Bazı tarihçiler Osmanlı hâkimiyetini “Türk-Rum İmparatorluğu” diye anarlar. Rumlar, imparatorluğun vezir-i âzamıydılar; Marmara’dan İskenderiye’ye, Şam’da İstanbul’a kadar hâkim ve yöneticiydiler; Birinci Roma tahtında olduğu gibi İkinci Roma döneminde de ticaret yapıyor, şiirler yazıyorlardı. Birdenbire zor ve dar Yunanistan’da buldular kendilerini; burada o yerleri bulamadılar. İskenderiyeli şair Kavafy, küçük Atinalıların büyük kıyı şehirlerini kaybetmenin yerini dolduramadıklarını güçlü bir şekilde hissetmişti. Yunanistan’ın bugünkü krizi, tarihin bu kesiti bilinmeden anlaşılamaz.

Türkler de acı çektiler. Geleneksel olarak orduda ve toprakta çalışıyorlardı; Rumlar olmadığından dolayı ticaret ve zanaat çöktü, kontrolsüz bir askerileşme aldı başını gitti, gıda sıkıntısı yaygın hale geldi, hayat donuklaşıp kabalaştı. Sanki kültürleri ufuklara Yunanlılarla birlikte yelken açmıştı. Türkler ancak şimdi, yıllar sonra toparlanabildiler.

Erdoğan hükümeti, Hıristiyan cemaatlere karşı iyidir. Önceki Kemalist hükümetler ulusçu ve İslam karşıtı olmalarından bile fazla alçakça Hıristiyan karşıtıydılar. Hıristiyan oldukları için Karaman Türklerini bile gönderdiler. Geriye kalan kiliselerin tamir edilmesini yasakladılar; dışarıdan rahip getirilemiyordu. Şimdi ise kiliseler tamir ediliyor, kaynakları geri veriliyor, rahiplerin gelmesine ve Türk vatandaşlığı almasına müsaade ediliyor.

İslamcı hükümet, 1950’lerin ayaklanma ve katliamlarından sonra ülkeyi terk eden Rum ve Ermenilerin geri gelmelerine, mallarının mülkiyetini talep etmelerine ve Türkiye’de yaşamalarına izin verdi. Daha önce hayal edilemeyen Yunanistan’la birlik fikrine bir kez daha kafa yorulabilir.

Güzel Hellaların tek taliplisi Türkler değil: Batının hendeğe yuvarladığı Yunanlıları, Hıristiyan hemşireleri Ruslar da Avrasya Birliğine almak istiyor. Birliğin (Belarus, Rusya ve Kazakistan) koordinatörü Sergey Glaziev, Rusların, Asyalıların ve muhalif Batılıların toplandığı kaymak tabaka Rhodes Forum’da işte böyle söylemişti. Teklifler karşılıklı dışlayıcı değil: Üçlü ilişkinden yeni bir Bizans’ın dirilişi tasavvur edilebilirdir. Ilımlı Müslüman ve Türkî Kazakistan, Türkiye’nin eski dostu olduğundan dolayı böylesi bir ittifak makuldür. Merkel’in işleri daha da zora sokmasından dolayıdır ve gerçekleşebilir.

Yunanistan’da imparatorluğun yeniden değerlendirilmesi sürüyor. Geçmişin tekrar değerlendirilmesini, her iki tarafın avantajının tanınmasını ve ihtiyatlı bir şekilde ilerlenmesini isteyen sesler var. Dimitri Kitsikis bu seslerden biri ve Atina’yı ziyaret ettiğimde başka sesleri de duymuştum. Etkileşim, pratik olanla sınırlı değil. Geçen Pazar günü, İstanbul’un bir semtindeki mütevazı bir kiliseye gittim ve orada Türkiye’ye yeni gelmiş, Türkçe’yi öğrenmiş Yunanlı bir papazla karşılaştım; daha şaşırtıcı olanı, Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemiş ve âyinlere iştirak eden birkaç Türk’le de karşılaştım. Katılımcılar İsa’nın duasını okurken hayırsever bir şekilde ve hoşgörüyle gülümsüyorlardı.

III

Tüm bun kazanımlar, yok etmeyi, heba etmeyi, ziyan etmeyi istedikleri şeylerdir. Türk hükümetinin Suriye’ye karşı planını kastediyorum. Ordularını Şam’a göndermiş olsalardı yeterince kötü olurdu. Yanlıştır ama anlaşılırdır, Kiev ve Riga Ruslar için, Viyane ve Tirol Almanlar için neyse Şam ve Halep de Türkler için öyledir. Ancak yaptıkları bundan daha kötüdür.

Türkler, Pakistan’ın Afganistan’da oynadığı senaryoyu oynamak üzereler: Tüm İslam dünyasından fanatik militanları bir araya getirip onlara silah vermek ve Türk topçusunun desteğinde Suriye sınırından içeri sızdırmak. Pakistan’da Kuzey Veziristan’daki El Kaide ve Taliban cihatçılarının Türk istihbaratının gözetiminde 709 sefer sayılı Türk yolcu uçağıyla Karaçi-İstanbul üzerinden Türkiye’nin Suriye sınırına getirildiği haberleri var [Fars News]. 93 militan aslen S.Arabistan, Kuveyt, Yemen, Pakistan, Afganistan’dan; ve Veziristan’da ikâmet eden bir grup Arap’tan oluşuyor. Bu haberin doğruluğu bağımsız bir şekilde teyit edilemez fakat Türkiye üzerinden Suriye’ye çok sayıda cihatçı geçtiğine dair epey haber var.

Pakistan 1980’lerde Amerika nezaretinde tam da bunu yapmıştı. Afganistan o vakitlerde laik bir yönetime sahipti; kadınlar öğretmen olarak çalışırdı; üniversiteler doluydu; fabrikalar inşa ediliyordu; afyon ise duyulmamış bir şeydi; Pakistan ise iyi durumdaydı. Birkaç yıl sonra (Allahsız komünistlerle savaş bahanesiyle) Afganistan’da iç savaş patlak verdi ve Pakistan kendisini o cehennemde buldu. Afganistan mahvolduktan sonra, savaşçılar bu kez Pakistanlı ev sahibini tedhiş etmeye başladılar. Pakistan bugün dünyanın en sefil ülkelerinden biridir. Kendi besleyip büyüttükleri ve ihraç ettikleri hastalık, akılsız cihatçılık, onları yedi.

İdeolojik hastalık, biyolojik savaşa yakındır. Gönderdiğiniz salgın hastalığın komşunuza bulaşmasını ümit edersiniz ama emin olun ki kendi nüfusunuz da ondan etkilenecektir. Sırf bu yüzden hiç kimse büyük ölçekli bir biyolojik savaşı denememiştir. İntihar anlamını taşır. Türk hükümetinin şu an yaptığı da buna denktir. Suriye’ye cihatçıları getiriyor fakat cihatçıların Türkiye’ye karşı dönmeleri sadece zaman meselesidir.

Türklerin İslami hassasiyetlerine saygı duyarım. Onları câmilerde görüyorum; Sûfi tarikatları ve halkı cezbettiklerini biliyorum. Pek çok Türk, California’dan Tahran’a dek sevilen büyük sûfi şair Rûmi’nin anısına Konya’da toplanır. İslamcı hükümet, Türkiye için gerçek bir başarıdır. O halde niçin Pakistan’ın mahvolduğu yoldan gitmeyi isterler ki?

Dışişleri Bakanı ve Suriye’ye müdahalenin başlıca teşvikçisi Ahmet Davutoğlu’nun kaleme aldığı bir makale bu sorunun cevabını vermektedir. 20 yıl evvel bir üniversite öğrencisi iken kaleme almıştır; onunla birlikte öğrenim görmüş bir tanıdığım çok iyi hatırlamaktadır. Gerekli olduğu takdirde şeytanla pazarlık edebiliriz diye yazmıştı genç Davutoğlu.

Davutoğlu’nun görüşüne göre Yavuz Sultan Selim ve onun haleflerinin izlediği Sünni İslam tek doğru hakikat olmakla kalmayıp iyi sonuçlar almak için de sağlam bir garantidir. Rehberi Sünni İslam olan bir ülke yanlış yapamaz. Böylesi bir devletin kötü eylemleri bile yüce Allah tarafından iyi sonuçlara tahvil edilecektir. Dolayısıyla da diyor, imparatorluk 600 yıl yaşamayı bu şekilde başarmıştır.

Genç Davutoğlu, işte bu yüzden İslamcı Türkiye, güçlü ortaklarla ittifaklar kurabilir; bu güçlerin iyi mi kötü mü olduklarının konuyla bir ilgisi yoktur diye yazmıştı. Yani şeytanla pazarlık edebiliriz zira inancımız ve Allah’ın yardımı sayesinde zafer bizimdir. Amerika, Davutoğlu’nun nazarında şeytandır tıpkı diğer Müslümanların nazarında olduğu gibi ancak şüpheli felsefesini kuşanan Davutoğlu, Türkiye’nin şan ve şerefi uğruna şeytana katılmaya hazırlanıyor.

İslam’ı bu hiç de Ortadoks olmayan şekilde okuması Yezidilerle olan temasından dolayı olabilir mi? Yezidilerin şeytana karşı tutumları en iyi halde muğlaktır; veya daha muhtemel olanı, Sabatay Sevi’nin takipçisi olan Dönmelerle temasından dolayı mı yoksa? Onlar da her şeyin mubah olduğuna inanırlar ve günah, kurtuluş için en iyi yoldur. Ortodoks inanca sahip insanlar şeytanla pazarlık eden her kim olursa olsun, bedbaht olacağına inanırlar çünkü hiçbir kaşık onunla kaşık sallayacak kadar uzun değildir.

Bu şüpheli teolojinin şüpheli bir siyasete tahvil edildiği an geldi. Amerika, militanları Suriye’ye getirmesini istedi ve o da yaptı.

Türk dostum, Erdoğan’ın bu teolojik inanışlara kişisel olarak abone olmadığını ama pratik mülahazalarla bunları izlediğini vurguladı. ABD ve Nato’yla ittifak meselesi, Erdoğan ve onun vaktiyle hocası olan Necmettin Erbakan arasında çatlağa yol açmıştı. Erbakan ittifaka karşıydı; Erdoğan ise bunu verili durum kabul ediyordu. Erdoğan galip geldi. Erbakan’ın takipçilerinin çoğu Erdoğan’la birlikte gitti; AK Parti kuruldu; on yıl önce iktidara geldi ve genel olarak başarılı oldu. Azınlık ise sertlik yanlısı (hatta devrimci İslamcı) Saadet Partisini kurdular; Saadet Partisi belirli bir nüfuza sahiptir ancak kamuoyu yoklamalarında başarılı değildi.

Dışarından birisinin beklemediği şekilde, Erdoğan ve Davutoğlu’nun Suriye macerasına güçlü itiraz, Saadet Partisinden geldi. Suriye’ye müdahale “katledilen Müslümanlara İslami yardım” diye tasvir ediliyorsa da Saadet liderleri bunu Suriye ve Türkiye’ye karşı bir Amerikan tezgâhı olarak görmektedirler. Saadet, müdahale karşıtı güçlü gösteriler düzenlemişti.

Başbakan Erdoğan’ın eski yoldaşlarına kulak vermesi, Suriye’ye yönelik şeytanla kaşık sallayan politikayı reddetmesi ve haklı olarak gurur duyduğu tüm kazanımlar heba olmadan önce savaş makinesini durdurması için doğru zamandır belki de. Suriye’yi Türkiye’yle birliğe götürme rüyası halen gerçekleştirilebilir ama savaşın zincirlerini çözmeden.

Kaynak: CounterPunch

Dünya Bülteni için çeviren: M.Alpaslan Balcı