Türkiye, son dönemde iki dış politik sorun ile boğuşuyor.
İsrail'le gemi krizi ve İran'la nükleer takas...

Her iki sorunun da ikili ilişkileri aşan uluslararası boyutları ve iç politikaya bakan yönleri var.

Ancak her ikisinde de karanlıkta kalan, halen cevap aranan sorular bulunuyor.

Bu krizlerin ortasında yer alan bazı üst düzey yetkililer ile perde arkasına dair bazı detayları konuşma fırsatı edindim.

"Off the record" olmayan kısımlar bile yeterince aydınlatıcı.

İsterseniz ilk İsrail ile yardım gemisine müdahaleden başlayalım...

Türkiye, yardım gemilerine müdahale edileceğini sanıldığının aksine önceden öngörüyor.

Organizasyon komitesi aracılar ile uyarılıyor.

Sakıncalar ve tehlikeler kendilerine aktarılıyor.

Ancak yardım komitesi, yola çıkmaktan vazgeçmeyeceklerini açıklıyor.

Uyarılara rağmen gemi yola çıkınca, Dışişleri'nde bir "kriz masası" kuruluyor.

İsrail, yükün Aşdod Limanı'na bırakılmasına müsaade edeceğini bildiriyor.

Ancak komite buna karşı çıkıyor.

Ardından Mısır, yardımların El Ariş'e bırakılmasına izin veriyor.

Türkiye, kanlı baskından iki gün önce ABD Büyükelçisi Jeffrey aracılığıyla İsrail'e durumu iletiyor.

Gemilerin durdurulmaları halinde ısrarcı olmayacaklarını, El Ariş'e yöneleceklerini bildiriyor.

Hatta İsrail Dışişleri Müsteşarı telefon açıp, Türkiye'deki muhatabından bilginin teyidini alıyor.

Ancak iki gün içerisinde her ne oluyorsa, İsrail 72 mil açıkta ve yönü Mısır'a doğru olan gemiyi durdurma teşebbüsünde bulunmadan kanlı şekilde basıyor.

Fatura korkunç oluyor. 10 kişi hayatını kaybediyor.

Türkiye, bütün iyi niyetli çabalarına rağmen gösterilen bu insanlık dışı tavır nedeniyle, bir bakıma "öfke patlaması" yaşıyor.

Gelinen noktada, krizin aşılması için Türkiye İsrail'den uluslararası hukukun gerektirdiği iki şey istiyor: Resmi özür dilensin, tazminat ödensin.

İsrail zamana yayarak bu krizden kurtulacağını sanıyor, ancak Ankara oldukça kararlı görünüyor.

Zaman takvimi belli olmak üzere, yaptırım paketleri hazırlanmış durumda.

Sürecin geleceğini İsrail'in atacağı adımlar belirleyecek...

Gelelim ikinci konuya, İran'la takas anlaşması ve ardından gelen İran'a yaptırımlar kararı için veto oyu kullanılması.

Türkiye, kendini "havuza itilmiş hissediyor" desem yeridir.

Ankara'dan takas için devreye girmesini, Uluslararası Atom Ajansı Başkanı Baradey istiyor.

ABD'nin de sürecin başlamasına mutabakatı bulunuyor.

En son 15 Nisan'da Washington'da Clinton ve Obama ile yapılan görüşmelerde konu gündeme geliyor.

Dışişleri Bakanı Hillary Clinton o sırada, "1200 kilo zenginleştirilmiş Uranyum'un artık 2200 kiloya çıktığını, takas şartındaki miktarın da artırılması gerektiğini söylüyor."

Ancak Başkan Barack Obama, görüşmelerde Türk tarafına takas için "1200 kilo" şartını tekrarlıyor.

Hatta Obama 18 Nisan'da hem Türkiye hem de Brezilya'ya mektup gönderiyor.

Her ikisinde de takasın şartları sıralanıyor ve miktar olarak da 1200 kilo yer alıyor.

Türkiye, Obama'nın istediği şartları ihtiva eden anlaşmayı sonuca ulaştırıyor.

Ancak ABD, Türkiye ve Brezilya'yı sürüklediği bu "arabuluculuk" da yüzüstü bırakıyor.

Hatta bu ülkelerin sanki ABD'ye rağmen yol aldıkları havası estiriliyor.

ABD anlaşmanın hemen ardından BM Güvenlik Konseyi'ne yeni yaptırım kararlarını sunuyor.

Yaptırım paketi hazırlanırken Türkiye ile görüşülmüyor ve içerik paylaşımında bulunulmuyor.

Türkiye ve Brezilya, Güvenlik Konseyi'ndeki oylamada "hayır" oyu veriyor.

Kararın evrensel bağlayıcılığı var. Türkiye de uymak zorunda.

"Hayır" oyu verilmesinde ana etkenlerden birisini ABD'nin bu ikircikli politikası sebep oluyor.

Sınır komşumuza yönelik yaptırımlar konusunda önceden görüş paylaşılmamış olmasının da hayal kırıklığı var.

Bir diğer neden de önce istenip sonra reddedilse bile, anlaşmadan 3 gün sonra İran aleyhine verilecek bir oyun, Türkiye'nin benzer girişimlerdeki güvenirlilik ve inandırıcılığını kaybettirme riski.

Sonuçta İran ve İsrail krizleri oldukça karmaşık ve kamuya yansımayan birçok boyutu var.


Kaynak: Bugün