Bush idaresinin işkenceyi meşrulaştırmak için attığı bin bir taklaya dair okuduklarım, beni, 12 yıl evvel gizli servislerin sorgulamalarda şiddete başvurmasına dair İsrail'de yaşanan tartışmaları haber yaptığım döneme götürdü. İsrail Yüksek Mahkemesi'nin işkenceyi yasaklamasından iki yıl evveldi. 

Mahkeme Başkanı Aharon Barak "tüm yöntemler demokrasi açısından kabul edilebilir olmadığından ve düşmanları tarafından başvurulan tüm uygulamalar ona uygun olmadığından, bu, demokrasimizin kaderidir" diye yazmıştı.

Yazım için yargıç Barak'la bir görüşme yapmıştım ve bu tip yöntemlere asla başvurmayacak bir ülkeden geldiğime dair o günlerde duyduğum güveni şimdi utançla hatırlıyorum. Uluslararası planda saygıdeğer bir yargıç ve son derece yurtsever bir İsrailli olan Barak, hükümetin deyimiyle "terörün sert gerçekliği" ile "demokratik ve özgürlük aşığı bir toplum"un birbiriyle çelişen gerekliliklerinin fazlasıyla farkındaydı. İsrail'in karşısındaki tehditlerin gerçekliğini elbette hiç kimse sorgulamıyordu. Ve, yüksek mahkemeye (ve makalem yayımlandıktan sonra bana) getirilen birçok öfkeli eleştirinin işaret ettiği gibi, düşmanlarının hiçbiri işkence konusunda aynı tereddütleri yaşamıyordu. Bush idaresi gibi İsrail de, karara kadar, tutuklular sorgulanırken başvurulan acı verme yöntemlerinin işkence olmadığında ve dolayısıyla işkenceyi yasaklayan uluslararası ve ulusal kanunların çiğnenmediğinde ısrar etmişti. Bunların arasında şiddetle sarsma, alçak ve öne doğru eğik bir iskemleye bağlama, kafalarına idrarla ıslatılmış başlık geçirme ve uykusuz bırakma gibi yöntemler bulunuyordu.

İsrail'in resmî örtmecesi olan "makul miktarda fiziksel baskı", Bush idaresinin "gelişmiş sorgu teknikleri"nden çok daha dürüsttü. Ama niyet aynıydı. Hem İsrail'in hem de ABD'nin imzaladığı İşkenceye Karşı BM Sözleşmesi işkenceyi, bilgi almak ya da itiraf etmesini sağlamak üzere "bir insana, şiddetli fiziksel ya da ruhsal acının bilinçli şekilde yaşatıldığı her türlü eylem" olarak tanımlıyor.

İsrail'in bir diğer savunma hattı da ülkenin "terörle savaş" içinde olduğu (George W. Bush bu ifadeyi kullanmaya başlamadan yıllar evvel) ve dolayısıyla, bir saatli bombadan haberdar olan bir Filistinliye çok kibar davranılamayacağıydı. Korkunç intihar saldırılarını haber yaptıktan sonra "saatli bomba" tezinin karşısında ben de kayıtsız değildim. Ancak aralarında yargıç Barak da olmak üzere az sayıda İsrailli, amaçların vahşice yöntemleri meşrulaştırdığına inanmaktan vazgeçti.

Yargıçlar ve avukatlar "makul miktarda fiziksel baskı"nın hayat kurtardığına dair kanıt istediğinde, bu bilgi hep gizliydi. İşkence gören bazı Filistinliler bana, bir "saatli bomba"ya dair sorgulanmak için sıralarının gelmesini günlerce beklediklerini söyledi. Çoğu da serbest bırakıldı. Tüm yasal hokkabazlıklara rağmen Amerikalıların da İsrailliler gibi, tutukluların suistimalini ahlaki ve kanuni açılardan yanlış bulduğu söylenebilir. Her iki ülkede de siyasetçiler, tartışmaları engellemek için can atıyordu.

İsrail'deki mahkeme kararı, Yüksek Mahkeme'nin, aslında yasamaya ait olması gereken tatsız bir sorumluluğu omuzlamak durumunda bırakılmaktan, yargıç Barak'ın sözleriyle "Parlamento'nun kestanelerini ateşten almak"tan duyduğu rahatsızlıktan doğmuştu. Eğer alnının açık olduğuna inansaydı, Bush idaresi "olağanüstü hükümler"e ya da Küba'daki bir hapishaneye başvurma gereğini neden duyardı ki? Güvenlik açısından işkence sayesinde ulaşılmış olması muhtemel kazanımlar ne olursa olsun, kendi değerlerine ihanet eden bir ulusa verdikleri zarar her iki ülkede de, ağır basıyordu. Yargıç Barak'ın 1999 yılında yazdığı gibi, "her ne kadar tek eli arkada bağlı bir şekilde mücadele etmek zorunda olsa da, üstünlük demokrasidedir". The New York Times 1 MayIs 2009
 
Kaynka: Zaman