Neredeyse Ankara kadar nüfusa sahip İrlanda, 450 milyonluk AB'ni bloke edecek bir karar aldı ve Lizbon Antlaşması'nı reddetti.
Lizbon Antlaşması, AB'ni daha bütünleştirmiş bir yapı haline getirecek Anayasal Antlaşmanın Fransa ve Hollanda referandumlarında reddedilmesinden sonra kaleme alınmıştı. Yaklaşık altı yıllık bir çalışmanın ürünü olan Antlaşmanın yeniden reddedilmemesi için birçok ülke meseleyi parlamentosuna getirdi ve orada onaylanması sağlandı. İrlanda halka sormaya karar verdi, Anlaşma halka soruldu, halkın sadece yüzde 40'ı AB geleceği anlamına gelen metinle ilgilendi, ilgilenenler de 'istemiyoruz' dediler. Sonuçta İrlanda AB'nin gelecek tasarımını bozan ülke oldu.
'Hayır' kararının çıkmasında birçok neden var. 1973'de üye olurken Avrupa'nın en fakir ve zavallı çocuğu olan İrlanda, AB'nin avantajlarını en verimli kullanan ülke olup kısa zamanda zenginleşti, gayet demokratik bir sistemle istikrarlı bir ülke haline geldi. Bu koşullarda; artık yeterince zengin olunduğu ve yeni bağlantılara ihtiyaç bulunmadığı, artık yeterince demokratik olunduğu ve giderek Brüksel merkezli sistemin demokrasiden uzaklaştığı, artık yeterince şeffaf hukuk devleti olunduğu ve daha karmaşık hukuki-idari mekanizmalara bulaşmanın anlamı olmadığı düşünülmüş olabilir.
Bu değişkenlerin büyük kısmı bir araya geldiğinde, ortaya AB ile ilgili sorulması gereken bir dizi soru çıkıyor.
Bir örnek verelim. İsveç, Finlandiya ve Avusturya AB'ne üye olurlarken hemen hemen hiçbir sorun çıkmamıştı diye bilinir, ama pek öyle olmamıştı. Müktesebat uyumu yapıldığı sıralarda 'reçel' standartları tartışılırken neye reçel denebileceği konusu kriz yaratmış, bu ülkelerin geleneksel marmelátlarının reçel başlığı altında değerlendirilemeyeceği söylenince İsveç masadan kalkmıştı. Mesele tatlıya bağlanmış olsa da Avrupa'nın en zengin, en demokrat ülkesi İsveç'in neden AB'ne üye olduğu konusu, İsveçlileri bir türlü ikna edemedi. 2008'başlarında AB'den çıkma isteği İsveç ve Avusturya kamuoylarında en çok tartışılan konuların arasında yer aldı. Bu olaylar, gelişmiş refah toplumlarının Brüksel merkezli ağır bürokrasiye, demokratik işleyişi tartışmalı karar mekanizmalarına şüpheyle bakılabildiğini gösteriyor. Bu da, AB'de birkaç Avrupa olduğunun göstergelerinden biri.
AB'nin gelecekle ilgili bazı çıkmazları bulunduğu ortada. AB'nin ekonomik bir devken siyasal dev olamaması, bazılarının umurunda olmasa bile, bazı Avrupalıları rahatsız ediyor. Siyasal etki oluşturmak ise, siyasal ve idari mekanizmanın yeniden düzenlenmesinden geçiyor. Bu düzenleme, bir yandan daha fazla bütünleşme, daha fazla Brüksel'e bağlanma anlamına geliyor, ama bir yandan da daha şeffaf ve demokratik olmayı gerektiriyor. Yani hem daha merkezi hem daha ádem-i merkeziyetçi olunacak, hem daha bütünleşmiş, hem de daha farklı olunacak, hem daha liberal hem daha kurallı bir ekonomi kurulacak.
Bir diğer çıkmaz da tüm bu sorunların hukuksal metinlerle çözülmesi zorunluluğundan kaynaklanıyor. 27 devlet ve 450 milyon kişinin bütünleşmesinin kendi akışına bırakılması mümkün değil, birlikteliğin ortak kurallara ihtiyacı var. Ancak bu kuralların herkesi kapsayacak biçimde düzenlemesi, standartları aşan toplumların önüne bir gelişme çıtası değil bir engelleme sınırı olarak çıkıyor. Bu durumda da her işlevin anlaşmalara, kurallara, birlik anayasası gibi belgelere bağlanmak yerine teamüllere bırakılması eğilimi artıyor.
Bunlarla birlikte, kararda AB içindeki güç mücadelesinin, mesela Fransa'nın etkisi de rol oynamış olabilir. Cuma yazısında devam etmeye değer.
Kaynak: Star