Geçtiğimiz Pazar günü, İrlanda'nın AB'yi kurtardığına tanık olduk. 2007'den beri yaşama geçirilmeye çalışılan Lizbon Antlaşması, sonunda İrlandalılar tarafından da onaylandı ve böylece sırada sadece Polonya ve Çek Cumhuriyeti kaldı.

Lizbon Antlaşması, bundan sonraki AB'nin yapısal olarak işleme kurallarını yeniden belirleyen, üye ağırlıklarını yeniden düzenlerken kurumların yetkilerini de "ayarlayan" bir antlaşma. Tüm üyeler onaylamadan yürürlüğe giremediğinden AB'de gecikmeden doğan bir dizi sıkıntı yaşanıyordu, kısmen de yaşanıyor. Özellikle antlaşmayı kıl payı da olsa halklarına kabul ettiren hükümetler, başka halkların onaylamayabileceği bir metni kabul etmiş durumuna düşmüşlerdi. Ayrıca, ortak politikalar gibi genişleme konusu da, karar alma mekanizmalarındaki yenilikler yaşama geçmeden hareket ettirilmek istenmiyor, Brüksel'in artacak yetkilerini ifade eden antlaşma yürürlüğe girmeden hiçbir devlet risk almak istemiyordu.

Lizbon Antlaşması'ndaki sıkıntının önemli bir ayağının aşılmış olması, AB üyesi devletlerin önlerini göremedikleri türünden bahanelerini ortadan kaldırmalarını gerektiriyor. Bu, bir yandan gelecek vizyonu konusunda daha açık davranmayı kolaylaştıran olumlu bir gelişme, öte yandan boşluklardan yararlanarak ortaklık kurallarından kaçamak yapanların önünü tıkayan bir süreç. Bir yandan da Türkiye'ye "hele bir durun, şu Lizbon ne olacak görelim, sonra..." demenin süresinin bittiğini gösteren bir gelişme.

Lizbon Antlaşması, aslında Türkiye'nin üye olma sürecindeki ortaklık sorumluluklarını artırıcı bir antlaşma. Daha bütünleşmiş bir Avrupa öngördüğü için AB'ye uyum sorumluluğunun başlıkları ve fiili yükleri artıyor. Bununla birlikte, Türkiye'nin büyüklüğüne bağlı oy ağırlığından korkanların, üye olduktan sonra oyunun kurallarını değiştirmeye kalkacak Türkiye varsayanların endişelerini giderici nitelikte bir antlaşma. Kısacası Türkiye'nin işini zorlaştıran ancak ilişkilerin muğlâklıktan kurtulup somut kararlara taşınmasına yol açacak bir döneme giriliyor.

Lizbon Antlaşması, İrlanda'da ekonomik ve siyaseten tamamen Brüksel'e bağlı bir ülke yaratacağı endişesiyle gayet milliyetçi eğilimlerin uzun soluklu propagandasıyla reddedilmişti. AB'den en fazla fon kullanıp kalkınan İrlandalılar, bu kadar yeter demişlerdi. Ekonomik kriz karşısında tek kalma endişesi ve milliyetçiliği kıracak hükümet propagandasıyla İrlandalılar fikir değiştirebildi. Demek ki, özellikle Fransa'da iddia edildiği gibi her durum ve şartta "ne yapalım halk istemiyor" türünden bir açıklama, demokratik sistemi tarif etmeye yetmiyor. Geniş halk kesimleri, sadece kendilerine sununlar arasından tercih yapıyorsa, sunulanın öne çıkan yönleri iktidarlar tarafından almak istedikleri sonuca göre kullanılabiliyorsa, halkların da yönlendirilmesi pekâlâ mümkün olabiliyor. Dolayısıyla konu AB olduğunda karar alıcıların sorumluluğu oldukça yüksek oluyor.

Karar alıcıların AB lehinde sonuç çıkarabilecek türden çabalarına ise en büyük katkının AB içindeki sivil toplum kuruluşlarından, kamuoyu oluşturan kuruluşlardan ve tabii ki İrlanda'ya taviz vermeyi garanti eden diğer hükümetlerden geldiği hatırlatılmalı. Lizbon'a "hayır" diyerek kendisini kilit öneme taşıyan İrlanda örneği, zaten kilit önemdeki Türkiye'nin üyelik sürecinde ipuçları taşıyor. Sistemi bloke etme tehdidinin gölgesinde birlikte çalışmak, her halde bu durumu özetleyebilir. Tabii, bu birlikte çalışmanın iç ve dış kamuoylarında "AB lehine" durumlar yaratacak biçimde işbirliği yapmayı gerektiren yönleri unutulmadan.

Kaynak: Star