Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin tümü, İran- Amerika yakınlaşmasına diğer devletlere nazaran daha temkinli yaklaşıyor. Bir taraftan Hasan Ruhani'nin nükleer programı için bir çıkış yolu araması, diğer taraftan da Obama'nın kırk yıldan fazla süren düşmanlığı aşmak için gösterdiği çaba nedeniyle erimeye başlayan buzlar, Körfez ülkelerinin gündemini yoğun bir şekilde meşgul ediyor.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin Muhammed Cevad Zarif ile görüşmesiyle beliren İran- Amerika yakınlaşması, aslında çok büyük bir tesadüf değil. Beşşar Esad'ın kimyasal silahları tartışmasıyla ve Amerika-Rusya arasındaki Suriye ikilemi nedeniyle daha da açığa çıkan bu yakınlaşma, akislerini yavaş yavaş göstermeye başladı. İki yıldan fazladır Esad rejiminin düşmesi için girişimlerde bulunan Suudi Arabistan ise, Suriye'deki kimyasal silahları sürekli gündeme getirirken, Amerika- İran yakınlaşması, Arabistan'a, bu konu için çok acele etmemesi gerektiğini hatırlattı.
Suudi Arabistan'ın, Amerika'yı İran'a müdahale konusunda ikna edememesinin ardından, askeri çözüm sayfasının ABD ve İsrail tarafından çevrilmesi ve Amerika'nın Ortadoğu'da asılı kalan sorunlara diplomatik bir takım zorluklarla karşılaşması nedeniyle Rusya'yla işbirliği yoluyla çözüm araması, Suudi Arabistan'ın Amerikanın dış siyasetini belirlemesinde hiçbir etkisi olmadığı sonucunu ortaya koydu. Her şeyden önce Amerikanın ulusal çıkarlarını yansıtan dış politikası, bölgenin diğer aktörlerinin çıkarlarıyla bazen uyuşan bazen de ters düşen bir pozisyona düşebiliyor. Ekonomik, askeri ve istihbarat alanında işbirliği içinde olduğu bu müttefiklerin en önemlisi ise hiç şüphesiz bir zamanlar Suudi Arabistan'dı.
Suudi Arabistan ve körfezdeki komşuları, ABD'nin askeri gücü için halen önemli bir merkez konumunda. Bunun nedeni ise yalnızca rejimlerini korumak değil elbette. Bu şekilde Amerika'nın körfezdeki egemenliği de sarsılmaz hale geliyor. İran ve Amerika arasındaki açık düşmanlığa rağmen iki ülke arasındaki yakınlaşma, Suriye ikileminden çok önce başlamıştı. Amerika'nın İran'la ortak sınırı olan Irak ve Afganistan'la uzun süren savaşlara girmesi, Tahran'la yakınlaşmasına neden olmuş, iki ülke arasındaki resmi görüşmelerde İran'ın Batıdaki yalnızlığına son verecek ve ona bölgedeki diplomatik itibarını yeniden kazandırabilecek mesajlar verilmişti.
Net olan bir şey var. Araplar bu konuda ne kadar hevesli olurlarsa olsunlar, Batının İran ile bir savaşa girmeye niyeti yok. Batı dünyası bir süre önce, bölgedeki ağırlığını tek bir müttefikle tam olarak koruyamayacağı konusunda ikna oldu. Ulusal çıkarlarının dış politikada çeşitlilik gerektirdiğinin de farkında. Bu nedenle Amerika, bölgedeki otoritesini yalnızca Suudi Arabistan ile ortak hareket ederek kalıcı hale getirmek istemiyor. Özellikle de Suudi rejiminden tatmin olmayan Amerikalı danışmanlar, ülkelerinin Irak ve Afganistan'da olduğu gibi yeni bir savaşa girmesinden de endişe ediyorlar. Bunun yanı sıra 11 Eylül olaylarından sonra Amerikan basınının Suudi siyasetini ve dini retoriğini suçlaması da Amerikalı diplomatların Ortadoğu'yu yalnızca Suudi Arabistan penceresinden kontrol etmek istemediklerini ortaya koyuyor. Amerika'nın siyaseti aslında belli. Özellikle de Obama'nın Amerika'nın dış siyasette savaşsız bir yol izleyeceğini birden fazla tekrarlaması, mevcut iktidarını İran'la anlaşarak ve düşmanlılarla son vererek yürütmek istediğini gösteriyor. Bu şekilde de Demokrat Partinin yeniden kazandığı bir idareyi planlıyor.
İşte burada, Arap dünyasına egemenliğini empoze etmek ve İran'ı bölgeden uzaklaştırmak için çabaları bir sonuç vermeyen ve bu yolda başarısız olan Suudi Arabistan'ın beklentileri de gün yüzüne çıkıyor. Mısır, Yemen, Bahreyn ve Suriye için harcadığı milyonlarca dolara rağmen, Arap dünyasına tam anlamıyla hakim olamaması, ekonomik gücün her zaman işe yaramadığının bir işareti. Arap dünyası ise bugün olduğundan daha karışık. Eklemlerini birbirinden Suudi petrolü ayırıyor. Buna rağmen özellikle de küresel çıkarların birbirine yakınlaşması ve Rusya- Amerika ittifakının Suudi Arabistan'ın çıkarlarından daha önemli olması ve Amerika'nın Suudi yönetimine karşı duyduğu güvensizlik, Suudi Arabistan'ı bölgeden giderek uzaklaştırıyor.
Amerika hala Suudi çevrelerin ve siyasi otoritenin Washington'un kabusu olan terörü bitirebileceğine inanıyor. Suudi Arabistan'ın özellikle de dini siyasetiyle bağlantısı olduğuna inanan ve bir takıntı haline gelen terör sorunu yüzünden Washington, sürekli bu tehlikeden kendisini korumak için araçlar arıyor. Her ne kadar Amerika, Suudi Arabistan'ın terörle mücadelesine nağmeler düzse de, içişleri bakanı Muhammed bin Naif'in terörle mücadele programını takdir etse de, Amerika'nın Suudi Arabistan'ın stratejik ortağı olarak sürekli işbirliği içinde olacaklarına dair Amerikan basınında yazılar kaleme alınsa da, Amerika terörün Suudi Arabistan'ın uzantısı olduğu düşüncesinden bir türlü kurtulamıyor. Bu nedenle, Körfez ülkelerinin iki ülke arasındaki yakınlaşmadan duydukları büyük rahatsızlığı hissetse de Suudi Arabistan'a olan bağımlılığını bitirmek için İran ile kuracağı yeni bir diplomatik ilişki arayışı içine giriyor. Burada sorulmak istene soru ise şu: bu yakınlaşmasının genelde Körfez ülkelerine özelde Suudi Arabistan'a etkisi ne derece ve nasıl olacak?
İlk olarak, İran'ın nükleer programının daraltılması hiç şüphesiz körfez bölgesine olumlu yansır, ancak İran'ın bölgeye biraz daha yaklaşmasını engelleyemeyebilir. İkincisi: belki de Amerika ile İran'ın Suriye arenası üzerinden yakınlaşması Suriye halkının acılarını hafifletmeye ve Suudi Arabistan'ın ne kadar girişimde bulunursa bulunsun bir türlü çözmeyi beceremediği krizin çözülmesine yol açabilir. Ama Suudi Arabistan bu diplomatik veya siyasi çözüm arayışlarını baltalamaya kalkabilir. Özellikle de Suriye'deki bazı silahlı grupların kontrolünü elinde tutan Suudi makamı krizi süresiz uzatabilir. Üçüncüsü: Suudi Arabistan'ın Arap alemindeki otoriter siyasetini yeniden gözden geçirmesi gerekebilir. Çünkü yalnızca elindeki petro-dolarlarla kendisini kabul ettirmenin artık mümkün gözükmediği çok net.
Suudi Arabistan ekonomik gücünden faydalandığı körfez ülkeleriyle hiçbir yarışa girmez. Ancak şu ana kadar bilinene bir şey var ki, o da Suudi yönetiminin İran ile de hiç bir diplomatik rekabet gücünün olmadığı. Suudi Arabistan, bir şekilde İran ile anlaşma yolunu bulmak zorunda. Yoksa Suriye görüşmelerinde olduğu gibi Rusya ve Amerika tarafından yolu kesilebilir ve hem bölgede hem de uluslar arası arenada yalnızlaşmaya başlayabilir. Bender bin Sultan'ın Moskova'ya yaptığı sayısız ziyarete rağmen Rusya- Amerika anlaşması ve peşinden gelen Amerika- İran yakınlaşması, Suudi Arabistan'ın dış politika diplomasisinin ne kadar zayıf olduğunun bir ispatı. Suudi hükümeti geçmişte altın bir fırsatı kaçırmıştı. Şimdi ise bölgede gelişmeye başlayan olayları kendi çıkarlarına doğru çevirme becerisine sahip değil. Yürüttüğü ince diplomasi yüzünden otoritesini bölgede bir türlü kuramıyor. Bu nedenle elinde tuutuğu İran düğümünü bir an önce çözmesi ve İran'ı bölgenin önemli bir gücü olarak kabul etmek zorunda. Çünkü en önemli müttefiki Amerika bu düğümü çoktan çözmeye başladı.
Kaynak: Kuds'ül Arabi
Dünya bülteni için çeviren: Tuba yıldız