I-Hayatın öğretmesi gereken hakikatlerden biri şöyle açıklanabilir sanırım: Hiç bir gerçeklik veya olgu aynı kalmıyor, değişiyor. Hiçbir kutsal sayılan değer de tapulu malımız olamıyor, içselleşmek, sahicilik kazanmak için daimi bir çabaya ihtiyaç duyuyor. (Kutsallaştırma olgusu çoğu zaman düşünsel ve ameli çabanın eksikliği nedeniyle içi boş bir uhreviyete dönüşmez mi zaten...) Çaba gösterdiğimiz oranda bizi geliştiriyor değerler, farklı anlamlarıyla algılarımıza veya tahayyülümüze açılıyor.

İçinde yaşadığımız şehrin her gün geçtiğimiz sokaklarında, cadde ve meydanlarında bile nasıl da bildiğimiz anlamlarından ve imkânlarından uzağa kaçabildiği düşüncesiyle kaleme aldığım satırlar bunlar. Yenilerde gidip incelediğim "Şehrin Gizli Dili" başlıklı trienalde ( ya da üçyıldabirde) sergilenen eserlerin temaları bu düşüncelerimle örtüşüyor.

Üç yıllık bir emekle gün ışığına çıkan serginin küratörü (bu kelimeyi kullanmayı sevmiyorum aslında. Küratör, Anglo-Sakson dünyasının sergi yapımcılarına verdiği ad ki Fransızlar karşılığında "sergi komiseri" terkibini kullanıyorlarmış) Hülya Aktaş Yazıcı, akrabam olmaktan öte, kadim arkadaşım. Genel Yayın Yönetmeni ise, sergiye ilginç çalışmalarıyla katılan sanat eleştirmeni Ayşe D. Taşkent.

Resim sahasında verdiği emeğe yakından tanık olduğum bir sanatçı Hülya. Sürdürdüğü çabanın yıllar içinde atelyede öğrenci yetiştirmekten, toplumda gizli yetenekleri keşfe uzanan açılımlarını izlerken heyecan duymamam imkânsız.

II-

Bilimde, resimde ve felsefede klasikten moderne geçerken algılanan dünya sanki kış uykusundan uyanıyor. Bu bağlamda Merleau-Pontyhwmwn hemen hemen şunları yazıyor "Algılanan Dünya"da: Pozitivizmin duyuların öğreticiliği konusunda içlere düşürdüğü şüpheye mesafe koyarken, yalnızca tam anlamıyla nesnel bilgi izlenmeye değerdir diye sırt çevrilen dünyayı görmeyi öğrenmek de mümkün hale geliyor.

Böylelikle içinde konumlandığımız uzama dikkat etmeyi önemsiyoruz, sınırlı bir bakışla da olsa. Barınağımız olan, dokunduğumuz, bize dokunan uzamda, mekanda, mahallede, şehirde tutumlarımıza ayna olan belli varolma biçimlerini bulguluyoruz, nereye baksak.

Şehrin gizli dili çözülüyor bu süreçte önümüzde; görmeyi yeteri kadar öğrenmişsek.

"Şehrin Gizli Dili" sergisi de çok fazla görüldüğü sanısına rağmen gözden kaçırılan ayrıntılara yöneltiyor dikkatleri. Görüşleri daraltan yasaklara yönelik sorgu ve bu yasaklara rağmen üretimini sürdürerek varolma cehdi, "gizli-saklı ışıltılarıyla" ipekböceğinin kozasını öne sürüyor, Yazıcı'nın eserlerinde. Ne down sendromu engel olabilir görme çabası içindeki sanatçıya, ne de başörtüsü bariyerleri. Kıvanç Başkan bir ısrarla renklere ve desenlere tutunmuş, down sendromunun kapalı sanılan devresinin üzerinden sesleniyor, ordan geçenlere. Dönüp bakıyor, desenlerin içine çekiliyorsunuz; gözlerinizde eksik kalan bakışınızın çoğalttığı bir kamaşma.

Üretememenin mazareti yok; su üzerine değilse de sabun üzerine yazı yazılırmış. İlkokul günlükleri gün ışığına çıkmak için hanelerin en ele gelen nesnelerinde, mesela İpek Şenel'in sabundan levhalarında şaşırtıcı bir yankı uyandırarak vücut bulmakta. "Kendini Öldüren Arılar" üzerinden de Şenel, çölleşen bir toplumsallığın tehlikeleri konusunda uyarılarda bulunuyor..

Üzerinden iş makineleri geçirilen varoş insanları, Ufuk Duygun'un her türlü rengin katkısıyla gerçekleşenden daha etkili olan siyah beyaz fotoğraflarında adeta tarih yazıyor. Kadim dost Ufuk Duygun'un eserleri üzerine ayrıca bir yazı yazmak geliyor içimden.

Şehri yavaşlatan, durduran ya da hızlandıran noktalardaki binalar, simgeler, objeler, haberler ve klişeler Melike Demirkaynak'ın bakışında size şehrin göz önündeyken dahi kayıp gibi olabilen sahnelerini anlatmak üzere dile geliyor.

Taci Gündüz'ün tablolarını incelemek için adım attığınızda sizi karşılayan alarmda, sahibini bulamayan iskemlelerin sesleri yankılanıyor sanki: Bize sıcak bir konukseverlikle uzatılamayan iskemleler sanatın korunaklı alanına çekilerek bildirirler, çoklu karşılamalara açık olamayan bir kamusallığın sürgünlerini.

Ayşe Taşkent'in kağıttan küreleri ve salıncağı, iletişim çağındaki habersizliğe bir nazire olarak, semavi kitaplara (bilgiye) göndermede bulunacak titreşimlerle salınıyorlar boşlukta. Zemindeki küreleri çoğaltan aynalar, hakiki âleme yönelik anlama çabasını da yansıtıyorlar. Sergideki çoğu sanatçı gibi Taşkent için de eserinde tabii malzemeler kulllanmak önemli görünüyor.

Hüseyin Genç interaktif performansıyla, önyargıları dışavurmaya çağırıyor, saman kağıdından rulosuyla. Akıp giden dilekçeler, görülmeyenin, dillendirilemeyenin bir yerlerde hesaba katıldığına inanmaya yüreklendiriyor, gizli özneleri.

III-Bir sürpriz yapıyor yazar Davut Özgül ve eski bir kemik tarağın üzerindeki Osmanlıca mısralarla, zarf içinden uzanan siyah zülüfle, nostaljiyle hatırlanır olan dünyaya bir pencere açıyor:

Zülfün taranıp naz ile

Zişan edecek (ki)

Zülfün gibi dünyayı

Perişan edecek...

Bir de insan varlığının deruni katmanları üzerine düşünmeye çağıran bir "ikna odası" yorumu! Vildan Yabanigül'ün, İkna Odası tasarımın kahramanı bu kez bir duş kabini/röntgen odasında sıkıştırılmış insandır ki kadın olduğunu kolyesinden anlıyoruz. Başörtülü öğrenciye pozitivist müdahalenin en irkiltici örneklerinden biridir, röntgen odasına dönüşen ikna odası kabinleri. "İkna" işlemi alında sürdürülen soyma çabasına karşılık varlığın özü anonim ifadelerin mahremiyetine güvenerek kendiliğinin gelişiminde direniyor.

Sena Aktaş'ın "Hayat Ağacı" ile bir düzlemde düşündüm ben İkna Odası'nı. Aksesuarı plastik eldivenler olan kadın, yıpranmış kalbine, yara bantlarıyla tutturulmuş ezik dokularına karşılık her yere yetişmeye çalışan üretken kişiliğin ifadesi oluyor.

İlhami Atalay desenlerini renklerine vitray açılımı kazandıran bir yankılama halinde sürdürüyor. Her zaman örtbas edilen ya da görülmeden geçilene yönelik incelikli bir bakışı olduğunu düşündüğüm için, Atalay'ın resminde kazandığı yeni ifadelerin sergi konseptiyle oluşturduğu bütünlük sürpriz olmadı.

Şehrin Gizli Dili", Hülya Aktaş Yazıcı'nın resim felsefesinin bir açılımını ortaya koyuyor gibi geldi bana, sergilenen eserleri incelerken. Sanatçının çalışmalarında, bir ipekböceği ısrarı öne çıkıyor. İpekböceği, fiziken yok olma pahasına kıymetli üretimiyle sarmalıyor şehri ucundan bucağından. Bir şifa umudu sunuyor, görebilen gözlere. ""İpekböceği" Hülya'nın eserlerinde önemli bir metafor olmasının yanında, hayırlı bir amaca ulaşmak için sürdürülen tutkunun da adı.

Sergiden kareler için TIKLAYINIZ