İsrail 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze'ye doğru uluslararası sularda seyreden insâni yardım konvoyuna saldırdı. İsrail'in bu hareketi meşru müdaafa mı? Aptalca bir yanlış hesap mı? Yoksa mâliyetli de olsa stratejik bir zorunluluk muydu?
İsrail, saldırının meşru olduğunu savunuyor tabiî: Bir Nobel ödüllüsü, emekli Amerikan büyükelçisi, Holokost'tan sağ kurtulan bir kişi, Amerikalı bir öğrenci....hepsi de terörist oldu ve uluslararası sularda yapılan savaş nedeni sayılacak bir hareket meşru müdaafaya dönüştürüldü. İsrail'in azimli özürcülerinden başka hiç kimse bu Orwellci izaha yüz vermez. Ne yazık ki Amerikan Kongresi bunlardan biri.
Bunun yanlış yolda ve çizmeyi aşan bir saldırı olduğunu düşünen Harvard'dan Stephen Walt gibi yorumcular, “ne düşünüyorlardı?” diye soruyorlar. Bunun kısmi izahı, İsrail devletinin herşeye Holokost merceğinden bakan zihniyetinde bulunabilir ki Avraham Burg'un kaydettiği üzere siyasi düşünceyi ve halkın düşüncesini çarpıtan ve sınırlayan bir takıntıdır bu. Holokost söylemi öylesine yaygın ki ona üzülenler bile onu kullanmaktadır. Örneğin Uri Avnery, saldırganın “ bir diğer gerçekliği, dünyanın geri kalanının algıladığı bir gerçekliği görmemize mâni olan, bir baloncukta, bir tür Getto'da yaşadığını” savunmak için Mavi Marmara baskınını 1947'de İngilizlerin Exodus'a yaptığı saldırıyla kıyaslamaktadır.
Birçok İsrailli eleştirmen, ABD'nin bu deliliğe imkan veren taraf olmasına esef ediyor. ABD, İsrail'i sınırlandırmak ve davranışlarını daha uygun yollara yönlendirmek yerine silah, para ve BM'de diplomatik koruma sağlıyor. Noam Chomsky şöyle demiştir: “İsrail, cezadan muaf kalarak suç işleyebileceğini farzediyor çünkü ABD hoşgörü göstermekte, Avrupa ise Amerika'nın izinden gitmektedir.” Hakikaten, Obama'nın bu baskınla ilgili hayli mülayim bir şekilde dile getirdiği çekincelere Kongre'nin çabucak darbe indirmesi, Chomsky'ın bu fikrinde haklı olduğunu ispatlamaktadır.
Amerikan suç ortaklığına rağmen “ne düşünüyorlardı?” diye soran yorumlar elbette ki doğru zira bu saldırı, kamuoyu kanaatinin geri tepmesi noktasında İsrail açısından beklenenden daha mâliyetliydi ve İsrail politikalarına özellikle de Gazze ablukasına muhalefeti ezme noktasında umulandan daha az başarılı olması söz konusu.
Ama bir stratejinin beklenenden daha mâliyetli ve daha az başarılı olması ille de saldırganın yanlış yapması veya yanlış hesaplaması demek değildir. Aksine, planlanmış, tasarlanmış bu saldırı, İsrail liderlerinin ülkelerinin çıkarları adına gâyri ahlâki ama hiç de aptalca olmayan bir hesabını temsil ettiğini varsaymak için çok neden var.
Birincisi, Obama yönetimi, iki devletli bir çözüm bulmak için, yerleşim inşasını durdurması ve Gazze ablukasını yumuşatması için İsrail üzerinde gerçekten baskı kurdu. İsrail-Filistin çatışmasına âdil bir çözüm bulunmasına kendisini adayan pek çok kişi sabırsız bir haldeler ve şüphe besliyorlar çünkü Obama'nın talepleri büyük ölçüde söylemsel. Obama yönetimi, hal böyleyken bile Netanyahu nazarında Bush'un “tam yetki/açık çek” veren zihniyetinden çarpıcı bir kopuşu temsil etmektedir. Barış tehdidiyle karşı karşıya kalınca, hiç değilse göz doldursun diye birkaç yerleşimciyi geri çekmek gerekliliği hâsıl olduğunda, Batı Şeria’nın bazı kesimlerini teslim etme ihtimali belirdiğinde İsrailliler daha önce yaptıkları o aynı şeyi yapıyorlar: Filistinlileri şiddete yöneltmek için elinden geleni artlarına koymuyorlar. III. İntifada başlasa, Netanyahu süresiz olarak hemen tavizlerinden vazgeçebilecek böylece. Şaron’un tıpkı böyle stratejik bir zamanda Haram-üş Şerif’i ziyaretini ve II. İntifada’yı kışkırttığını hatırlayın.
İkincisi, Amerikalılar yine yeni bir seçim yılındalar. Aynı zamanda, Obama yönetimi İsrail’in Amerika için stratejik külfet olduğu yönünde bir sohbet yürütmeye istekli görünüyor ki İsrail için en korkunç sohbet konusudur. Bu şartlar altında, herhangi bir İsrail hükümeti ara seçimlerde Cumhuriyetçilere yardım etmede fayda görecektir. Bu yapısal teşvike bir de şahsi temayül eklenebilir: Netanyahu ve Richard Perle – eski dış politika danışmanıdır - arasında bir yakınlık var; Perle aracılığıyla da Wolfowitz ve Dich Cheney’le ilişkisi var.
Bu şahsi sempatiler ve sarmaş dolaş olmuş siyasi çıkarlar Gazze filosuna saldırı için eşsiz bir muhit sunmuştur: Demokratlar itiraz ettiği takdirde, Yahudi oylarını Cumhuriyetçilere kaptırma riskiyle karşı karşıya kalırlar. İtiraz etmedikleri takdirde, açık çek verilen Bush yılları gönülsüz de olsa tekrarlanmış olacak.
En önemlisi de İsrail’in, eleştirmenlerini susturma ihtiyacının bugünün ötesine geçip derin tarihi köklere dayanmasıdır. İsrail kendisini elindeki Filistin topraklarını “Yahudileştirmeye” adamıştır – Filistinlilerin sürgün edilmesini, bunun tabiî sonucu olarak da bu tür politikalara yapılan itirazları ezmeyi gerektiren bir projedir bu. Siyonizm, çok etnikli Filistin’de bir Yahudi vatanı fikrini Yahudilere mahsus bir devlet lehine reddettiğinden dolayı etnik temizlik, İsrail gündeminin iğrenç ama gerekli bir parçası olmuştur. Bugünün olayları, Filistin’in Yahudi yerleşimine uygun olup olmadığını değerlendirmeleri için gönderilen keşif grubunun I. Siyonist Kongresi’ndeki liderlere “gelin güzel ama başka bir adamla evli” dediği zamanda başlayan bir hikayenin sadece son bölümüdür. O günden bugüne Siyonizmin ana gâyesi tüm Filistin topraklarını İsrail kontrolüne almak ve tüm yerli Filistinlileri sürmektir.
İlk Siyonist yerleşimciler, İngiliz sömürge yöneticilerinin “nakil işlemlerini” tamamlayacaklarını ümit etmişlerdi. Bu gerçekleşmediğinde, Yahudi yerleşimciler İsrail devletinin kurulması öncesinde ve sonrasında kollarını sıvadılar ve Nakba’yı, yani büyük felâketi gerçekleştirdiler; İsrail devletinin kurulması eşliğinde Filistin nüfusunun dört’te üçü sürülürken Filistin köylerinin yüzde 75’i imha edildi.
Sürgün o noktada bitmedi. Sonraki savaşlarda, İsrail içinde kalan Filistinliler üzerindeki askeri yönetimde, tüm Filistin topraklarının 1967’de işgaliyle ve Filistinlilerin “gönüllü” göçünü teşvik etme amaçlı politikalarla, yerleşim inşaatlarıyla, yerleşimcilere mahsus karayollarıyla ve ayrım duvarıyla, su havzaları üzerindeki stratejik kontolle devam etti gitti; Yahudi Ulusal Fonu, Filistin köylerinin enkazı üzerinde ağaçlar dikti ki tarihten hepten yok olup gitsinler.
Bugün, İsrail vatandaşı Arapların İsrail nüfusundaki oranı yüzde 20 ama toprakların yüzde 3’ünde yaşıyorlar. Benzer şekilde, Kudüs ve Batı Şeria’daki yarım milyon yerleşimci, toprak üzerindeki kontrollerini her geçen gün genişletiyor, tarihi Filistin topraklarının sadece yüzde 10 kadarını müstakbel bir Filistin devletine bırakıyorlar. Bu zeminden bakıldığında, Gazze’deki militan liderliğin büyük bir kinle ezilmesi, insâni yardıma yapılan saldırı, bu mantığın devamı olan bir adımdır.
Kimilerine göre işin varacağı nihâi nokta, Amerika’da Kızılderili’lere arazi tahsis eden sisteme benzer bir şeydir yani Filistinliler bu arazilere tıkılacak, göz önünde olmayacak ve hatıra bile gelmeyecekler. Bazıları da tahsis edilmiş arazilerin veya Bantustanların ancak ve ancak Arap devletleri petrole sahip oldukları müddetçe varlıklarını koruyabileceklerini ve Arap petrol rezervi tükendiğinde İsrail’in tüm Filistinlilerin Filistin’den “naklini” tamamlayacağını düşünüyorlar.
Bu tahminlerin hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, etnik temizliğin Siyonist projenin merkezinde olduğu açıktır ve etnik temizliğe muhalefeti ezmek, İsrail için halkla ilişkiler kusuru değil yer yer maliyetli bir gerekliliktir.
Amerikalılar Siyonizm ve etnik temizlik arasındaki bağlantıyı görmedikleri takdirde, İsrailli muhaliflerin İsrail’e karşı hoşgörüsüz sevgi gösterdikleri ümidi üzerinden hareket edemeyiz; Ürdün Nehri ve Akdeniz arasında yaşayan 11 milyon insan için namuslu aracılar da olamayız. Stratejik ulusal çıkarlarımız bile olamaz; iç siyasi bütünlüğümüzü koruyamayız; Ayrıca, Filistin’deki etnik temizliği inkar etmeye devam ettiğimiz takdirde en aziz bildiğimiz değerlerimizi hayata geçiremeyiz.
Yazar hakkında: “Âdil Barış için Amerikan Yahudileri” kurucu üyesi ve Boston College Sosyoloji doçenti.
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı