Akrabalık ilişkilerinden ileri gelen sebeplerle Bursa’ya sayısız kez gittim geldim son on yıl içinde. Bursa yoluna düşmek için insan bahaneye bakıyor aslında, en azından kendim için söylüyorum bunu. Yeteri kadar uzak ve yakın İstanbul’a; Bursa yolculuğumun sebeplerinden biri bu. Akrabalarım, arkadaşlarım, hepsi birer önemli sebep. Bahçelere gidiyorum, ama yerli yersiz kurulmuş fabrikaların kahrını da yaşıyorum. Bazen bir program, bazen sadece bir zeytin bahçesi gezisi… Doğrusunu isterseniz Bursa’ya gitmek için bahaneye bakıyorum ben. Orası Osmanlı’dan beri hep şehir özelliğini koruyor, kötü yapılaşmaya, çevre kirliliğine yol açan fabrikaların tuhaf yayılma cesaretine, Doğanbey Konutları’na, Kent Meydanı AVM’sine rağmen.
Sonuncu kez beni Bursa’ya çeken iki sebep vardı: NİŞ Kafe ve SaidAbat Köyü Kadınları Dayanışma Derneği… Her iki girişim veya faaliyet de bütün Türkiye’de öncü niteliğe sahip. Bu iki mekânın da etkileyici ortak yönü, kuruluşlarında kadınların oynadığı rol.
Bu yazımda Saitabat Köyü Kadınları Dayanışma Derneği’nin kuruluş ve faaliyet hikayesini anlatacağım. Engelli gençlere çalışma fırsatı sunan NİŞ Kafe’yi de kısmet olursa başka bir yazımda konu edeceğim.
Gürsu’dan aile dostumuz Ahmet Çakmak ile gittik Saitabat Köyü’ne. Solda Erikli Su Fabrikası, karşımızda Uludağ’a bağlı sıradağlar; yokuşu çıkmaya devam ediyoruz. Ahmet Bey’in anlattığına göre yükseklerdeki ormanlarla çevrili köylerin ahalisi –kendisi gibi- genellikle Artvinlidir. Denizi sevmeyen Artvinli göç ettiği beldelerde ormanlık, yeşil, sulak arazilere yöneliyor. “Bardağa su koyduğunda etrafı buharlaşmalı”.
Bir gece önce konserve yapımı nedeniyle geç saatlere kadar çalışan Sermin Cakalıoğlu biz Kadınlar Kooperatifi’nin merkezine ulaştığımızda henüz gelmemiş, ama arkadaşlarına bizimle ilgili bilgiler vermişti. Öğlene doğru binanın iç odalarından birinde bir araya geldik. Ahmet Bey’le tanışıyorlar, o da Artvin kökenli. 57 yaşında Sermin Hanım ve bu işlere 2001 yılında başlamış. Dedeleri 93 Harbindeki seferberlik sırasında bu köye yerleşmiş. Düz ovayı beğenmemiş onlar, bir söylentiye göre memlekette bıraktıkları gibi bir şelale aramış ve nihayet bulmuşlar. “Artvinliler bir su başı gördüklerinde mangalı kurarlar.” Kestaneler kurumaya başlayınca da şehre göç başlamış. Kestanelerin kuruması Bursa’ya açılan çimento fabrikasına yoranlar olmuş o zaman. Ne kadar doğru, bilmiyorum, dedi Sermin Hanım.
Aile Bursa’da yaşarken de Saitabat’la ilişkileri sürmüş. Hikâye yıllarca güya durağan bir şekilde ilerliyor. Sermin Hanım bütün ailenin terzisi, marifetli gelin. Siyasetçi eşiyle sık sık toplantılara katılıyor, evinde misafir ağırlıyor. 2001 yılında bir gün eşiyle Cumalıkızık’a bir grup turist götürüyorlar. Ortam Sermin Hanım’ı çok etkilese de düşündükçe bir eksiğin farkına varıyor: “Elbet çok güzel, Osmanlı köyü, kendini korumuş, dizilerde görünmüş, fakat işletme tarzında kültürümüzle bağdaşmayan bir bölünme parçalanma var. “Bizde imece usulü vardır, orada ise dayanışma ve paylaşma eksiği gördüm.”
Böyle bir faaliyet niye kendi köyünde, Saitabat’ta olmasın? Bu düşüncelerle 2002’de derneği kuruyor. Anlatmaya gerek var mı? Etrafındaki çoğu insan gereksiz ve boşu boşuna bir girişim olarak değerlendiriyor derneği. Nasıl bir cesarete sahip? Şöyle cevaplıyor sorumu: “O tarihte 44 yaşındaydım. Hiç iş tecrübem yoktu. İlkokul mezunuyum. Kur’an okumayı öğrendim. Babam daha fazla okula gitmemi istemedi. Kız çocukları okumaz, deniliyordu. Üç kız kardeş okumak istedik, babam kabul etmedi. Dördüncümüz, erkek kardeşimiz okumaya hevesli olmadığı halde okusun diye her şey yapıldı. 10 yaşlarındayken terzi atölyesine gidip gelmeye başladım. Kendime elbiseler diktim. Necatibey Kız Meslek Lisesi’nin akşam kurslarına gidiyordum. 13 yaşında iyi bir dereceyle bitirdim. Mutfak işlerini pek sevmiyordum. Dikiş, ev döşeme gibi işler daha çok ilgi alanımdaydı.”
19 yaşında evlendi Sermin Hanım ve Bursa’da yaşamayı sürdürdü. 4 kızı, 3 damadı var.
Dernekçilikle ilgisi yoktu. 25 yıl boyunca aile çevresinin terzisi oldu. Büyük kızının nişan tuvaletini de kendisi dikti. Geçirdiği trafik kazasının ardından boyun fıtığıyla yaşamaya mecbur kalınca, başkalarına dikiş dikemeyeceği için, birine diker diğerine dikemez de hatır gönül kalır diye kendi aile çevresine dikiş dikmeyi bıraktı. Boş durmak istemiyordu. Aklına Cumalıkızık geldi. İmece usulüne dayanarak Saitabat’ta daha güzelinin gerçekleşebileceğini düşündü. Eşine anlattı. Onun desteğiyle yola koyuldu.
Derneğin mekânını bir bakıma doğaçlama adımlarla tasarladı, ustalardan yardım alarak kendi beğenisine göre geliştirdi. Yapının hem iç hem de dış mimarı olarak çalıştı. Bununla kalmadı, yapılış amaçlarını de belirginleştirdi. Bir dernek nasıl kurulur? Araştırdı, dernek tüzüklerini inceledi. Köydeki arkadaşlarını arayarak düşüncelerini anlattı. Kendisi gibi çocuklarını büyütmüş, geniş zamanı olan Saitabat kızları ve gelinleriyle derneğin alt yapısını hazırladılar. Bir gelin, ilkokul mezunuyum, nasıl yaparım, diye endişe belirttiğinde, ben de ilkokul mezunuyum, diye cevapladı sorusunu. “ Dernek kurmak için tahsile ihtiyacımız yoktu” diye anlattı bana da. “Okusaydık keşke, ama okumadık diye kendimizi evlere mi hapsedeceğiz?”
“Zahmetli işbirliğinin en önemli unsuru, onun beceri gerektiriyor oluşudur” diyor Sennett, “Beraber” kitabında. (Ayrıntı, sf. 17). Nisan ayıydı. Dernek toplantılarına katılımı çekici kılmak için ilk Hıdrellez şenliği düzenlendi. Bir çuval un ve yağ alıp bişi hamuru hazırladılar. “Herkes çok mutluydu” diye anlatıyor. Bişili hıdrellez geleneksel hale gelecekti. Kadınlar dernek yoluyla para kazanmanın nasıl olacağı konusunda kuşku duyuyorlardı. Ev içinde veya akraba arasında sürdürdükleri üretimle nasıl para kazanırlardı? Köy kooperatifi vardı, ama kadınlar üye olamıyordu bu kooperatife, nedense. Hatta, derneğin en çalışkan üyelerinden Fikriye abla (69 yaşında) bu kooperatife niye kadınların üye yapılmadığını sorgularken katıldı dernek kuruculuğuna.
İmece usulünün bereketine inanıyordu Sermin Hanım. Çocukluk arkadaşlarını, mahallenin orta yaşlı kadınlarını, becerikli mutfak ustalarını harekete geçirdi.
Bu güzel bina imece usulüyle mi gerçekleşti? “2003’te çok hafriyat çektim buradan” diye, geçmişe dönüyor Ahmet Çakmak. “Anlatıyorum, kimse inanmıyor” diye devam ediyor Sermin Hanım. Dernek kurarken bir adres gösterilmesi gerekiyordu. Hiç paraları yoktu. Dernek binası şelalenin yanındaki boş, kıraç arazide yapılabilir diye düşündü ve arazinin derneğe tahsisi için muhtarlığa başvurdu. Lüzumsuz görünen bir araziydi, siyasetçi eşine refakatinin tecrübelerinden yararlanarak yerel yönetimlerden sağlanabilecek imkânları araştırdı. Dernek gönüllüleri muhtarlıktan destek alamayınca Köy Hizmetleri’ne ait iş makineleri hafta sonlarında dernek binası için çalıştılar. Bahçe duvarlarıyla başlandı. Ardından acilen üretimin sergilenmesi anlamına gelen stantlar yapıldı. Proje yoktu, her şey Sermin Hanım’ın hayalindeki binaya doğru adım adım gerçekleşti. Kepçeci çalışırken başında durup beklentilerini tarif ediyordu. Ayağında amele çizmeleri vardı. Köyün gençleri, “abla, sen ne yapmaya çalışıyorsun, hafriyat kolay mı, kime yaranacaksın?” diye sorguluyorlardı. Menfaat güttüğünden söz eden olmuyordu, buna müdanası olmadığının farkındaydı hepsi. “Bir gün gelir bize dua edenler olur” diyordu, cevap olarak. Bir hevestir geçer, bunlar bir şeyler yapmak istiyor, ama sürdüremezler, düşüncesi her yerde önlerini kesiyordu. Bina tamamlandığında ise birileri en güzel yeri bir hevese kaptırdıklarını dile getirecekti.
Kütahya Domaniç’ten ahşap getirtti. Orman İşletmesi’ne başvurdu bunun için. Eşine bir tanıdığı olup olmadığını sordu, olmadığını öğrendiğinde kendisi Bursa Bölge Müdürlüğü Orman İşletmesi’ne gitti. Dernek hakkında bilgiler vererek ağaç bağışlanmasını talep etti. Gelgelelim bu şekilde ahşap bağışı mümkün değilmiş, bunu öğrendi. İhaleye girmesi gerekiyordu. Ağacın numarası okunduğunda el kaldırın, hemen kabul ederiz, fiyat yükseltmeyiz, dedi Orman İşletmesi’ndeki memur. Sermin Hanım çalıştığı ustayla birlikte depolara giderek hangi ağacın işine yarayacağını tespit etti ve numarasını memura götürdü. İhale sırasında 150 kadar iş adamının yanında 2 örtülü hanım olarak dikkat çekiyorlardı Fikriye Hanım’la birlilkte. Numara okunduğunda el kaldırdılar. “Satıldı” diye bağırdı görevli. Bir kamyon ağaçla döndüler Saitabat’a. Taşıma masraflarını Sermin Hanım cebinden ödedi. Masraflar birbirini takip edince, bir gelir kaynağı oluşturmanın zaruretini fark ederek salça yapmaya başladılar. Dokuz kadın beraber okulun bahçesinde salça, tarhana, makarna kaynatma ve hazırlama faaliyetine girişti. Köyden meccani yardıma gelenler de oluyordu.
O günlerde mevsim henüz yazdı, okul bahçesinde çalışabiliyorlardı. Kış gelmeden kapalı bir mekâna geçmeleri gerekiyordu. İnşaatın çeşitli aşamalarında, birkaç yıl önce köyde inşa edilen aile evinin müteahhitinden yardım istedi. Binanın iç mekânları düzenlenirken dernek yönetiminden kimileri “loca gibi olsun” diye fikir belirttiler. Sermin Hanım bu teklifi tartışmaya açtı. Bizim kültürümüzde loca yoktur, ev ortamı gibi olacak, beğenmeyen gelmesin, gençler beğenmeyebilir, ama gelip gittikçe benimseyebilirler, dedi.
Öyle de oldu. Orada bulunduğum yarım gün içinde kahvaltı ve çay için gelenlerin çoğunluğunu gençler teşkil ediyordu.
Önce alt kat tamamlanarak nispeten dayalı döşeli bir mekân haline gelmişti. Binanın temeli atılalı beş yıl olmuştu, tanınmaya başlamışlardı, valiliğin protokol misafirleri için seçtiği bir adres olarak görülüyordu dernek. Yönetim Kurulu toplandı. Nispeten amaçlarına ulaştıklarını bilmenin mutluluğunu yaşıyorlardı. İsteyen ücretle, isteyen gönüllü çalışacaktı artık. (Kendilerinden burs isteyen öğrencilerden kimisine “çalıştırma yoluyla” burs veriyor şimdilerde dernek, mesela hafta sonlarında kafeteryada çalışmaya davet ediyor.)
Köy halkıyla etkileşim içinde gelişiyorlardı. Evlenen gençlere çeyiz hazırlıyor, Ramazan’da ihtiyaç sahiplerine erzak dağıtıyorlardı. Muhtaç kadınlara ürünlerini satabilecekleri stantlar ayırdılar. Bazıları hazırlayacağı ürünün malzemelerini kendisi aldı, alamayanlara yardımcı oldular. Bir süre sonra Sermin Hanım bir tedirginliğe kapıldı. “Lezzetler karışıyordu” diye anlatıyor. Pazara sunulan ürünün belirli bir lezzet sunamaması şikayet konusu oluyordu. Lezzetlerin standart hale gelmesi için hazırlama sürecini ortaklaşa gerçekleştirmeleri gerekiyordu. Bu arada binanın yapımı sürüyordu. Salça ve reçel üretimini teras çatıda sürdürmeye başladılar. Ancak bazı üyeler iş düzenine uymakta zorlanıyor, geç gelip erken gidiyorlardı. Üyelere, aralarında çalışma saatlerine göre gruplar oluşturmalarını teklif etti. Zaman içinde gruplar bir düzene girmeye başladı. Endüstriyel iş yerlerine özgü katı kurallar ve mekanik rutin olmadığı için sohbet ederek, ürünleriyle ilgili karşılaştıkları tepkileri tartışarak, yeni tarif ve usuller aktararak zevkle çalışıyorlardı. Sosyal bağların bürokratik işlemlerin yoruculuğu ya da tamamen kişisel afra tafralar yüzünden oluşturduğu çekingenlikle kendini geri çeken, kısıtlayan kadınlar, dayanışma içinde engel bildikleri eşiklerden geçtiler.
Köydeki çalışmalar 5 yıl boyunca gönüllü olarak sürdü. İsteyen ücret talep ediyordu. 35 kişiye iş alanı açıldı. Hâlâ gönüllü çalışanlar var. Geçen süre içinde, bina yavaş yavaş tamamlanırken kendine has ikramları olan kahvaltıları ve sohbete, konuk ağırlamaya uygun ortamıyla ünlendi dernek. Ağırladıkları insanlar hep aynı soruyu soruyorlardı: Nereden hibe aldınız? Hibe filan almadık, biz kendi imkânlarımızla yaptık her şeyi, diye cevap veriyorlardı. Sonra basından Türkiye’de kurulan ilk köy kadın derneği olduklarını öğrendiler. Onları takiben 22 köyde kadın derneği kuruldu. Saitabat Köyü Kadınları Dayanışma Derneği’nin faaliyetleri ise Bursa’yı da kapsamaya başladı. Çevre köylerde dernek kurup üretime geçen ama satış yapamayan kadınların ürünlerini alıp satışa sundular. Üretim hızlanınca Bursa’da da Salı ve Perşembe günleri faaliyet gösteren bir şube açtılar. Gerçi Bursa’da bile dernek üyeleri Saitabatlı kadınlardı. Sermin hanım halihazırda aynı zamanda Bursa Üreten Kadınlar Platformu Başkanı olarak da bir sorumluluk taşıyor.
Dernek binası yapılmaya başlanalı beş yıl geçtikten sonra üyeler üst katın inşası için yeni kaynak arayışına düştüler. Sermin Hanım’ın kişisel girişimleriyle, (projenin tüzüğü gereği) AB üyesi ortaklarından Bulgaristan’la birlikte ortaklaşa Avrupa Birliği’ne sunulan “ahududu reçeli ve konsantrasyonu” projesi, bütçesi yeterli bulunmadığı için onaylanmadı. Eşinin kefaletiyle, Bursa’daki aileye ait ev ve dükkanı teminat göstererek bir bankadan kredi aldılar. Böylelikle üst kat tamamlanarak döşendi. Betonarme üzerine ahşap kaplandı. Servis arabaları alındı. Verandalar acele yapılmıştı, yenileme gereğini duyuyorlar şimdi. Bahçe henüz tamamlanmış değil, gezip inceledim; borçlarını tamamen ödediklerinde sıra bahçenin düzenlenmesine gelecek. Dernek binasının girişinin karşısında yukarı doğru ürün stantları uzanıyor, girip baktım. Reçel, marmelat, salça, közlenmiş kırmızı biber konservesi kavanozlarıyla dolu rafların rengârenk görüntüsü aklıma Aida Begiç’in “Kar” filmindeki savaş mağduru kadınların ayakta kalma çabasını getirdi.
Daha sonra yukarıda, dernek binasının damında közlenmiş kırmızı biberleri kavanoza koymayı sürdüren Fikriye Hanım’la sohbet ederken, 69 yaşına karşılık sahip olduğu şevkin öncelikle “takdir görmek”le ilgili olduğunu düşündüm. “Cinnet üretmeye başlayan evler” diye yazmıştım 1991’de, Modernizmin Evsizliği Ailenin Gerekliliği” kitabında. Daralan evlerin temizliği gibi misafir kabulü de bir karmaşa yaşamak anlamına çekilir oldu. Sadece servisten kaçınmak, sadece hava değiştirmek değil evden kendini dışarı atma sebebi. “Mahremiyet kamusal alanı istila etti, fethetti, sömürgeleştirdi” diye yazıyor ya Baumann. Kabul etmek gerekir ki çekirdek ailenin dar çeperleri “Ev Hanımı” kimliğine baskı yapıyor. Bunun da aile modelinden evdeki üretim yoksulluğuna, birbirini etkileyen ve doğran sayısız nedeni var.
Köylerinde yoksul aile sayısı çok az Sermin Hanım’ın tespitine göre, gelgelelim kendisi çalıştığı halde koca eline bakan bütün kadınların bir açıdan fakir olduğunu savunuyor. “Kaldı ki ihtiyacı olmadığını söyleyen kişinin de boş oturma lüksü olmamalı, kazandığıyla bir fakire faydası dokunabilir. Kendimiz muh taç olmasak da muhtaçlar için çalışmalıyız.”
(Sermin Hanım’ı dinlerken aklıma Peygamberimizin (sav) eşi Hz. Zeynep binti Cahş geliyor: Zeynep, maharetli, eli işe yatkın bir kadındı. Kullanılacak hale getirdiği deriden eşyalar dikerek bununla elde ettiği geliri Allah yolunda sadaka olarak dağıtıyordu. Bir rivayete göre Hz. Ömer Beytülmal’dan hisse olarak ona iki bin dirhem göndermiş, Zeynep bu parayı aldığında sıkıntıya kapılarak hepsini sadaka olarak dağıtmıştı. Eline geçen parayı sadaka olarak dağıttığını öğrenen Ömer bin dirhem daha göndermiş, Zeynep bu bin dirhemi de dağıtmıştı. )
Bazıları, “hamallık mı yapacağız” diye tepki göstermedi değil. Oysa evde ne iş yapıyorsa dernek için de yaptı Sermin Hanım, bir dernek üyesi bundan kaçındığında onun yerine girip tuvalet temizledi. Şimdi sahibi olduğu imtiyazlar ve dernekle birlikte ortaya koyduğu başarının ardında çalışarak geçen sabırlı yıllar var. Evi ayrı olsa da eşinin geniş ailesinin çeşitli sorumluluklarını canla başla üstlendi. Otobüs işletmeciliği yapan ve yanı sıra da siyasetle ilgilenen kocasını faaliyetlerinde destekledi, yalnız bırakmadı. “Otuz yedi yıllık evliliğimin yirmi yılını yalnız başına yaşadım diyebilirim. O yaptığım fedakârlıkların ödülünü şimdi alıyorum. Kadınlar faaliyetleri için eşlerini ikna edebilirler. Aslında hâlâ gömleğini pantolonunu çorabını eline veriyorum.”
Nasıl başlamıştı her şey? Sermin Hanım eşiyle birlikte Yıldırım’ın ünlü mahallesi Cumalıkızık’a bir grup turist götürmüştü. Orada, benzeri bir ortamı ve faaliyeti, benzeri güzellikleri imece usulüyle gerçekleştirmenin mümkün olduğunu düşündü. Cumalıkızık’tan aldığı ilhamla yola koyuldu. Köy kadınlarının marifetlerinin ve zamanlarının kıymetini bildi, onların kendilerine güven duymasını sağlayan bir çalışma düzeni, bir üretim ağı oluşturmak için uğraştı eşiyle dostuyla. Geleneksel mimarinin ve tezyinin, ev içi mekânı ayrıntılarının, bir evi idare ederken kazandığı tecrübenin kıymetini bildi. Sedir, sini, sohbet, dedi. Mıhlama, katmer, silor sunmak istedi konuklarına. İbni Haldun becerinin, zanaatkârın özel uzmanlık alanı olduğuna inanıyordu. Bir evi iyi bir yöntemle idare etmekle bir derneği idare etmek arasında sadece birim farkı olmalı. Sermin Hanım karşısındakini dinliyor, ortak noktaların kadrini kıymetini biliyor, anlaşmazlık hallerinde çözümü mümkün kılacak bir esnekliği var, eleştiriye açık olduğunu ortaya koyuyor. “Sosyal beceri”sini aile düzenindeki tecrübelerine bağlı olduğunu belirtiyor sıklıkla. Farklılıkları düzleştirmeye çalışmıyor, tersine derneğin faaliyetlerinin genişlemesi için bir imkân olarak değerlendiriyor. Zor dönemlerde kenara çekilmiyor, işin içine girip en yorulan üye olmayı üstleniyor. Dizilerdeki hanımağaları hatırlatan mütehakkim bir duruşu var. Olsun: Salt kendi adına düşünmüyor, tek kişilik projelerden söz etmiyor, yapılan işlerdeki payını abartmıyor, kulakları rahatsız edecek bir tonlaması yok onun “ben”inin.
İmece usulüne duyduğu güvenle doğaçlama olarak kimsenin bir fırsat sunmadığı kadınlara alternatif bir kamusallığın zeminini hazırladı, atölye çalışmaları oluşturdu, tartışma platformu sundu. Köy kadın dernekleri her ay bir köyde toplanmaya başladılar. Kadın derneklerinin faaliyetleriyle köyler bir çekim merkezi haline geldi, şehirlere göç eden aileler geriye dönmeye başladılar.
Dolayısıyla çevrim şöyle tamamlandı: Cumalıkızıklı üreticiler geldiler Saitabat’a ve derneğin faaliyetlerinden etkilendiler. Sonradan yola düştüğü halde Saitabat’ın Cumalıkızık’a göre çok daha canlı ve çalışkan olmasının sırrını da öğrenmek istediler. Çünkü siz bireysel çalışıyorsunuz, diye fikrini belirtti Sermin Hanım. Birlikten kuvvet doğar oysa. Biz imece usulüyle çalışarak engelleri aşmayı başardık. “Sonra onlar da dernekleşti ve daha güzel şeyler yapacaklar” diye anlatmayı sürdürdü. Diğerkâmlık, dayanışma sürecinin tecrübelerinden süzülen incelikler, beraber olmanın sağaltımı… Başka projeleri de var onun. Akıcı bir dille, bazen bir medya başlığına atıfta bulunarak anlatmayı sürdürüyor.