BM'nin Kopenhag'da düzenleyeceği İklim Değişikliği Konferansı'nın öncesinde herkes 'ne tür' bir anlaşmaya varılabileceğine, yani bir 'iklim değişikliği anlaşması'na ulaşma ihtimaline odaklanıyor. Aslında Kopenhag'da üzerinde uzlaşılan veya uzlaşılmayan ne olursa olsun, neredeyse bütün zorlu mesainin konferansın sonrasında yapılması gerekecek. Bu noktada esas vurgu sadece 'ne' sorusuna değil, çok daha fazla 'nasıl' sorusuna yapılmalı.

Derdimiz sözlerden ziyade yapılan işlerse, meseleler pek de iyi görünmüyor. İlk olarak gelişmekte olan ülkeleri ele alın; sera gazı salınımlarını radikal bir biçimde azaltmak konusunda öncülüğü bu ülkelerin yapmasından dem vuruluyor. Bunların büyük bölümü, Kyoto'daki salınım azaltma hedeflerine ulaşmak konusunda çok sınırlı bir mesafe kaydetti; halbuki gayet makul hedeflerdi bunlar.

ABD'nin görevi çok büyük
İsveç, Danimarka, Almanya gibi küçük bir grup ülke hatırı sayılır ilerleme sağlıyor. Ancak daha yakından incelendiğinde, bugüne dek başardıklarının büyük kısmının aktif iklim değişikliği politikasının sonucu falan olmadığı görülüyor. İsveç ve Danimarka 1970'lerin sonundaki petrol krizine enerjik biçimde karşılık vermiş ve daha o dönemde yenilebilir teknolojileri devreye sokmuştu. Almanya da rüzgar enerjisi geliştirmek konusunda bazı ilerlemeler kaybetti; fakat yenilebilir kaynaklar toplam enerji bileşiminin yaklaşık yüzde 7'sine denk düşüyor. Yani 'başarılı' ülkelerde bile bugüne kadar ulaşılan noktada bir vites değişikliği talep edilecek.

Daha da endişe verici biçimde, çok az ilerleme sağlanan veya bir arpa boyu bile yol gidilemeyen, hatta salınımların arttığı ülkelerin listesi epey kabarık. Avrupa'da İtalya, İspanya ve Yunanistan'ı, başka kıtalarda da Japonya, Avustralya, Kanada ve ABD'yi saymak mümkün.

ABD Başkanı Barack Obama'nın olası bir iklim değişikliği anlaşmasını Kong-re'den geçirmesinin zor olması göz önüne alındığında, Kopenhag'da zayıf bir müzakere pozisyonunda olacağına dair çok şey söylendi. Böyle bir yasanın geçip geçmemesi bir yana, Amerikan salınımlarının sistemli bir biçimde azaltılması gibi devasa bir görev söz konusu. Amerikan yaşam tarzı ucuz enerjiye dayalı; buna ucuz kredi sayesinde öyle veya böyle sonu gelmeyen banliyö genişlemesi eşlik ediyor. Bu gidişat, hem de kısa vadede, nasıl tersine çevrilebilir? Şu an için sorunun boyutuyla orantılı politikalar uygulanmıyor.

Birçokları rüzgar, güneş, termal ve diğer düşük-karbon teknolojilerinin, fosil yakıtların yerini ilerici biçimde alabileceğini iddia ediyor. Bunlar elbet çözümün parçası olabilir, fakat tüketimle başa çıkmadığımız sürece salınımları azaltmak konusunda pek az ilerleme sağlayacağız. Sanayileşmiş dünyanın dört bir köşesinde yaygın hayat tarzı değişikliği bir zorunluluk. Gayrı safi yurtiçi hasılayı refahın bir ölçütü olarak kullanmak son derece hatalı, fakat hiçbir ülke bunun yerine vatandaşlarının kabul etmeye razı olacağı başka bir yöntem bulabilmiş değil.

Dünyanın daha yoksul ülkeleri söz konusu olduğunda görev en az bunun kadar, belki de daha ağır. Esas olarak yeni bir kalkınma modeline önderlik yapılmalı. Çin, Hindistan, Brezilya ve diğer gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş dünyanınkiyle kıyaslanabilecek yaşam standartları istemeye hakkı var. Ancak bir noktadan sonra, bu ülkeler için zengin ülkelerle aynı yolu takip etmek imkânsız olacaktır; zira böyle bir durum iklim değişikliği açısından çok daha yıkıcı sonuçlara yol açar. Gelinen noktada yaratıcı düşünceye ihtiyaç var ve bu, büyük oranda toplumsal ve siyasi bir düşünce olmalı.

Bazı geleneksel yaşam biçimleri ve sosyal bağların modernitenin sunağında kurban edilmeyeceği, ama alternatif bir refah tarzının idrak edilmesine yardımcı olabilecek bir ihtimale bakmalıyız. Sözgelimi gelişmekte olan ülkeler, yerel toplulukları ve bağlılıkları, onları yüksek teknolojili iletişim araçlarıyla entegre ederek ve böylece bozuk kentleşmenin yayılmasını önleyerek korumak yoluyla geleceğe dönebilir mi?

Ve sonra uluslararası ilişkiler alanı var, ki burada da çok fazla yaratıcılığa ihtiyaç olacak. Halihazırda uluslararası anlaşmaları imzalayan ülkelerin bunlara gerçekten riayet etmesini sağlayacak pek az araç söz konusu. Uymalarını sağlayamadıktan sonra ülkelerin belli hedefler belirlemeyi kabul etmesinin ne yararı olabilir ki? İlerlemenin uluslararası bir kurum veya kurumlarca düzenli olarak denetlenmesi katkı sağlayacaktır, fakat teşhir edip utandırmanın muhtemelen çok sınırlı bir etkisi olacaktır. Çok daha etkili yaptırımlar gerekiyor, devletlerin egemenliklerini titizlikle korumaları gerçeği karşısında her ne kadar çok zor bir iş olsa da.

Bölgesel planlara ihtiyaç var
Son olarak, dört başı mamur bir müzakere düzeyinde bile, Kopenhag tarzı anlaşmalar bizi ancak belli bir yere kadar götürür. Bilhassa dünyanın en büyük iki kirleticisi konumundaki Çin ve ABD arasındaki ikili anlaşmalar son derece önemli olacaktır. ABD ticari ödünler karşılığında düşük karbon teknolojilerinin Çin'e transferi için belli patent haklarını gevşetmeyi kabul edebilir.

Dünyanın bütün kesimlerinde bölgesel anlaşmalar ve planlar da gerekecek; bu sadece işleri hafifletmek değil, iklimle ilgili uygulamalardaki geniş çaplı değişikliklere adapte olmak için de zaruri. Yapılacak çok iş var ve yeni düşünceler gerekiyor. (New Perspectives Quarterly dergisi, Britanya Lordlar Kamarası üyesi, London School of Economics'in eski direktörü, Britanya'da İşçi Partisi'ni 1997'de iktidara taşıyan 'Üçüncü Yol'u şekillendirdi, sosyolog, 4 Aralık 2009)

Kaynak: Radikal