Lise yıllarında, aklım sıklıkla çok daha önce tanıdığım Sinekli Bakkal Sokağı'na gidip geldiği için, Huzur Sokağı'nı bir karşılaştırma ile okumuştum. Feyza ile Rabia'yı (hatta bazen Yeni Turan'ın Kaya'sını) kıyaslarken gönlüm daha ziyade Rabia'dan yana oluyordu. Herhalde "sosyete kızının hidayeti" şablonunu lise yıllarında da sevmiyor olmalıydım.  Bazı söyleşilerimde mizaç olarak Halide Edip söylemine Şule Yüksel'inkine göre daha yakın olduğumu dile getirmişimdir.  Halide Edip kahramanları, kendi içlerinde sorularla sahici hayatın içinde yolda olmayı sürdürürler; Feyza ise hidayetiyle birlikte bütün sorularını sormuş, cevaplarını ise almış gibi görünür okuyucusuna ve bir tür "huzur"u da işte o duyguyla yayıyor gibidir. Hidayete erdikten bir süre sonra iş hayatını bırakıp eve döneceğini söyler. Kamusal alanı, ev ve aile hayatı için terk ederken, geçimini sağlamak üzere ısmarlama işler yapmayı sürdürecektir evinde; yani bir ayağı hâlâ çarşı pazarda olacaktır. Söz konusu olan yine de dikiş-nakış etrafında "kadınsı" sayılan işlerdir.

Bir de Huzur Sokağı söyleminden yayılan bir "kapalı" kelimesi var ki Selçuk Orhan'ın Kırk Hadis'i eleştirisi üzerinden o sıfatı da açmayı deneyeceğim, bir yazımda.

Hayat mücadelesini günümüzde verecek olsaydı Feyza, bugünün şartlarında dijital teknolojinin yardımıyla evinde bir üretim gerçekleştirmeyi tercih ediyor olabilirdi pekala. Evden üretim, hiçbir kamusal alan endişesi taşımayan başörtüsüz bir kadının, hatta herhangi bir erkeğin de tercihi olabilir artık. Bir bakıma eve dönüş bir tür lüks de, dönmeye çağıran bir evi olanlar için. Fakat evimizin bağlandığı sokak konusunda bir tercihten değil, endişeden söz edebiliyoruz artık. Sokaklar ellerimizden alınıyor birer birer, incir ağaçlarıyla, çeşmeleri bakkallarıyla, gölgeler oluşturan girinti çıkıntıları ve kaldırım muhabbetleriyle...

Huzur Sokağı, Cumhuriyet sonrası sürdürülen kamusal mühendislik çalışmalarına karşı bir ideal hayat alanının tecessümü. Apartmanlaşma henüz başlamamış. Cömert ruhlu bilge bakkal, etrafa nasihat, neşe ve renk dağıtıyor. Bir bakıma Sinekli Bakkal Sokağı'nı akla getiren içtenlikli ilişkiler, bazen barındırdığı çatışma sebeplerine rağmen mahalle halkında hem güven hem de endişe uyandırıyor. Bir çözülme yaşandığı açık: Apartman, tıpkı Orhan Kemal'in Devlet Kuşu'nda da yaşandığı gibi, samimi ve şeffaf insan ilişkilerinin ortasına bir havan topu misali düşmekte...

Hâlâ yer yer o havan topunun öldürücü etkilerine direnmeye çabalayan cemaat ruhu nerede yanıldı?.. Huzur Sokağı dağılmaya devam ediyor işte. Kentsel dönüşüm mahallesi önce incir ağacını feda etti, sonra bakkalını. Siluet yitiminden söz ediyoruz ya... Bunun sebebi bana yirmi yıl önce de  varoşlarda hayat kavgası veren hiç deniz görmemiş kadınlar ve çocuklar gibi gelirdi. Zaman gece konarak gündüzden medet uman göçmenlerin bir kısmını rantiyeye dönüştürdü, kimileri geri göçe baş vurdu, kimileri yiten, telef olan varlığını toparlamaya devam ediyor.

Yaşanmışlığın getirdiği oturmuşluktan söz ediyordu İhsan Bilgin, "Siluet" başlıklı yazısında. Yürünerek taşları aşınmış sokak, arsa spekülatörüne "fare yuvası" olarak görünüyor. Bir zamanlar varoş sayılan yerleşim alanı, incir ağaçlarıyla koruma altına alınmıştı zaman içinde; sonra buldozer sesleri duyuldu. Fiyatını yükseltmek üzere nazlandığı izlenimi veren bahçeli ev açısından  ilk pazarlık niyeti alameti belki de balkon parmaklıklarını kapatan  reklam afişindeki yazıydı: "En büyük burgere hazır mısınız?" Bir bina temelleri güçlü atıldığı için hırçınlaşan buldozerin can havliyle sürdürdüğü ataklarla yıkıldı gözlerimin önünde. Canı burnunda birkaç kadın buldozerin önünde savruluyordu. İçlerinden birinin sırtındaki paçavradan bir bebek başı kımıldıyordu. Huzur Sokağı'nın nişanesi olduğunu düşündüğüm incir ağacının ortalığa saçılan cenazesini umursamıyordu kimse; demir peşindeydi perişan kılıklı kadınlar ve yıkım için emirler alan fanilalı erkekler de ayaklarına dolanan bu kadınları anlayışla karşılıyorlardı, muhtemelen sadece yıkım süreci daha fazla aksamasın diye.   O sırada herhangi bir evin Arap sabunu kokan temizlik buğusu ardında sokağının, mahallesinin yaşadığı istilayı endişeyle izleyen bir Bilâl var mıydı, bilmiyorum. Sanki bütün Bilâller kentsel dönüşüm adına oturmuş sokakları niye öldürmemiz gerektiğini anlatan bir fizibilite raporunun cümlelerine katılmışlar gibi...

Pazarlıklar sürüyor. Bütün şehir birbirine benzerken, sokağını yitiren insanlar sitelere sığınmanın yolunu arıyor. Bakkala, sokağın seslerine, "kaldırım muhabbeti"ne karşı kazma sesleri hızlanırken Huzur Sokağı'nın ekrana taşınmasında bir ironi var. Aynı ironi yeni Anayasa taslağı için sürdürülen komisyon tartışmalarında başörtüsüne dönük kamusal alan körlüğünü çoğaltan "liyakate karşı nitelik" kabulü için de geçerli. Bütün başörtülü kadınların hikayesini aynı potada özetleyen metin üzerinden bir teselli aranıyor: "Nasılsa Huzur Sokağı kadını evine dönmek istiyor, bunu henüz farketmese bile, kendi iyiliğine olacak bir dönüş bu" şeklinde bir kanaat buldozer sesleri gerisinde sessiz sedasız yönlendiriyor süreci. Kendini buldozer dişilileri önüne atarak demir kapmaya çalışan kadınlar,  kamusal alan-kadın tartışmalarının çok uzağında, her türlü hoyratlığı hak eden bir insan türünü temsil ediyorlar sanırsınız.

Ya da pek çok atölyede görebileceğiniz, Jale Sancak'ın "Kuyu"da konu ettiği yeraltından çıkan işçi kızlar, Huzur Sokağı'nın neresine düşüyor...

Ve yeniden Huzur Sokağı imgelerine tutunmak, belli belirsizce, çok da yaklaşıldığı farzedilen hayallerin, iktidar alanının yıpratıcı zemininde bir tür nostaljiyle hatırlanır olduğu anlamına gelmiyor mu? Birşeyler değişti değişmesine, ekranlarımız, gazetelerimiz çoğaldı, sitelere taşındık, böyleyken yine de Huzur Sokağı samimiyeti ve sadeliğinin sabrı ve şükrü önceleyen insanını buruk bir özlemle hatırlıyoruz.. Bir sosyete kadını ya da adamı, bir podyum kızı ya da ekran yüzü hidayete erdi diye bayram edebilir, aynı nedenle gece karanlığında geniş asfalt caddelerin kovuklarından taşan aile ve devlet kurbanı çocukları maddi medeniyetin suç hanesine kaydetme rahatlığı için kendimize izin verebiliriz. Çünkü bir zamanlar, bir zamanlar... Nostalji içinde nostalji... Şimdinin yükünü taşımakta zorlanan Müslümanın geleneğe sığınarak oluşturduğu kapalı mekân, nasıl bir sokağa bakıyor... (Schuon, "huzur"u esas alan Müslüman'a, bu tecelliye hakettiği değer verebilmek için öncelikle İslam'ın ilk adımı olan Hakikat'in bir neticesi olarak Kur'an'la özdeşleşmenin ve yatay ve dikey, maddi ve manevi anlamda, fıtrattan başka bir şey olmayan sünnete uymaya çalışmanın gereğini hatırlatıyor, "İslam ve Ezeli Hikmet'te.)

Bir şeylerin eksik ya da yanlış anlaşıldığı açık; bizi, huzursuz eden neydi ve aslında huzura kavuşmanın yolunu doğru anladığımızdan emin miyiz? Cömert ruhlu bilge bakkallar neslini yaşatmanın hiçbir yolunun kalmadığını haykıran bir kalkınma söylemi, ekrana taşınan kült romanın yorumuyla bize yeni ve farklı bir açıklama sunmamayı göze almışa benziyor. Neyse ki şu sünnete uygun hakikatin farkında olmaya devam edeceğiz: İslam mimarisi diye bir şeyden söz edebiliyorsak bugün, dikili ağaçları gözeten bir inşa anlayışına borçluyuz bunu.

İncir ağaçları sökülür, kimi kadınlar ekmek parası için buldozerlerin önüne atılır, salaş kahvelerin müdavimleri gelecek kış aylarında AVM'lerin mevsim şartlarını gözeten havasında vitrinlere bakınarak gezinebilme düşüncesinde teselli arar... Bu arada Bilâller zamana uyup değişebilir, ancak hidayetiyle kalbimizi fetheden Feyzalar değişmemeli asla; böylelikle Huzur Sokağı biryerlerde var olmaya devam edebilir. Yeni Anayasa taslağı için sürdürülen çalışmalarda başörtüsü nitelikle ilişkili olmayan bir içeriğin çuvalına tıkılmış olsa da ne çıkar: Tevazu içinde bir hal çaresi arayan her tesettürlü kadının gönlünde Feyza'nın kamusal alanı canı gönülden reddinin sonsuzca yankılanacağı varsayılmıyor mu...