Nerede olursam olayım, aklımın bir ucuyla Anadolu’dayım. Bir şehir bazen bir kişilikle, bazen bir tarihi yapıyla, bazen de bir dağla bütünleşerek çağırıyor, hatta yeniden çağırıyor. Kayseri için bu çağrı  yollarının hepsi de geçerli. Görmesem de tanıdığımı sandığım insanları, binaları, mahalleleri, köyleri-kasabaları ve Erciyes’iyle, güçlü mü güçlü bir sesi var bu Orta Anadolu şehrinin. Mart soğuğunun koyulttuğu bağları bahçeleri, eski binaları ve misafirperver insanlarıyla bana çocukluğumun geçtiği kasabayı çağrıştırıyor.

TV-Net’te Düşüne Taşına programında Yusuf Kaplan ve İsmail Halis’le Kayseri’den söz ettik geçtiğimiz Cuma akşamı. Yusuf Kaplan Kayserili. Her zamanki coşkulu anlatımı ve düşünümsel birikimiyle Erciyes’in Mimar Sinan’ın eserleri için taşıdığı arketipsel anlamdan söz ediyor program sırasında ve  aralarda. Süleymaniye’nin şifreleri, oradaki karlı zirve tanınmadan yeteri kadar çözümlenemez. Erciyes’i arkasına alan Kayseri, Anadolu’yu ortalarından destekleyen güçlü bir sütun gibi görünüyor; tarihi eserleri, kültürel dokusu ve tabii kaynaklarıyla. Daha önemlisi, yaşamaya direnen bir düşünce ortamının “oturma adeti” ile akışını koruması. Kışlar uzun geçiyor ya... Geceleri evlerde toplanılır ve okumalar yapılırmış.

Sıra geceleri Kayseri’de tefekkür gecelerine dönüşüyor. Pazar akşamı  Rahime ve Ahmet Şenaltun çiftinin evinde, duvarları kitap raflarıyla süslü salonda toplandık. Tevafuk işte; Mustafa Armağan da Kayseri’de. Yoğun programların ardından yorgun da olsa çıktı geldi sağolsun. Armağan’ın gelişiyle, tarihi yeniden okuma yolları üzerinde konuşmaya çekildik, kısa süreli de olsa. Kemal Ersözlü beni biraz da olsa şaşırtıyor. Derin bilgisi ve yorumlama yeteneği, onu bir kuleye kapatmamış. İşte iyi bir insan, samimi bir Müslüman, sürekli faal bir zihine sahip, diye düşünüyorum, o konuşurken. Uzun uzun bir şeyleri tartışıyoruz, yeri gelmişken. Açılım şokları, liberallerle (göreceli) ittifakın sorunları, İranlı reformistlerin söylemleri, İslam’ı  medeniyet bağlamında Doğu’ya mal eden yorumun sorunları... 

Göçü, tehciri, çarpık kentleşmenin sarsıntılarını yaşamış her şehir gibi Kayseri de çelişkiler barındırıyor bünyesinde.

İhtişam ve şatafat; Kayseri, gidip görmeden önce bir de bu kelimeleri getirirdi aklıma. Bunun sebebi belki de şehrin kültür ve sanatta değil de siyaset alanında varolma biçiminin sunduğu baskın sahnelerdir. Güzelim yerli mimari ve Selçuklu dokusu, görkemli apartmanların gölgesinde kalmıyor benim açımdan, görmek istediğim sahnelere hazırlandığım için. Şehrin Selçuklu kimliğini en etkileyici bir şekilde yansıtan, Alaeddin Keykubat’ın hanımı Mahperi Huand (halk dilinde Hunat) tarafından 1238 yılında yaptırtılan külliye. Selçuklu mimarisini tefekküre çağıran duruluğuyla da etkileyici bulurum. Sentez henüz gerçekleşmemiş, tezin arayışları sürüyor. Hunat Hatun Külliyesi, kendi varlık alanında ortaya koyması gerekenin arayışı içindeki yaratıcı devinimi yayıyor etrafına.

Orada Hunat Hatun külliyesi, başka bir köşede şehirde Sinan’a ait tek eser olan Kurşunlu Cami, Talas’ta Okutan Konağı, Tavukçular mahallesinde Kayseri Evleri ismiyle restore edilen Ermeni konakları, yok edilmiş eski Kayseri; Battal Gazi’nin türbesinin bulunduğu Battal Altı mahallesi. Define arayıcılarının delik deşik ettiği mezarlar, yapılar... Dünyanın uygulamalı şifa sunan ilk hastanesi Gevher Nesibe Külliyesi’ni gezemiyoruz ne yazık ki; restorasyan çalışmaları nedeniyle kapalı. Bu şehrin bir yerlerinde bir zamanlar Elia Kazan’ın dedeleri yaşadı. Kadim mimari dokuya özgü yüksek apartmanlarla yutulamayan üslup, yüz yıl önce nüfusu yüz bini bulan, yarısını gayrimüslimlerin oluşturduğu şehir ahalisini darmadağınık eden siyasal hırsları sorgulamaya devam ediyor gibi geliyor bana.

Yusuf Yerli, Davud-i Kayseri’yi anlatıyor: Füsus’u-l Hikem şarihi, İslam kültüründe soyut düşünceye yaptığı katkıyla hatırlanıyor. Ağırnas’tan inerken sağımızda Gesi bağları, Belağası’na kadar uzanıyor. Erciyes’le başka bir açıdan yarışmaya kalkmış gibi görünen apartmanlarda süren hayatlar, yaz mevsimi boyunca şehrin etrafındaki bağlarda devam ediyor. Biz o bağları hiç gitmeden de görüyor, Gesi’yi, Erkilet’i türkülerle tanıyorduk. Gesi bağlarına gitmeye çalıştım, bildiğimiz türkünün Selda’nın söyleyişiyle bir başka türlü kurduğu elemli ayrılık hikayesinin ipuçlarını bulmak için belki de. Yusuf Yerli gibi bir de sanat ve edebiyat ehli yol arkadaşım vardı. Yaz olsa başka türlü görünürdü Gesi, yeşil ve şen olurdu; herkes bunu söylüyordu. Üzüm, elma, ceviz; pestil. Pikniğe açık alanlar. Çoğunlukla sakil görünen villalar. Olsun. Gesi’yi istediğim gibi buldum ve gördüm. Issız, kabuğuna çekilmiş, türkülere konu olan enginliğiyle mağrur, aceleyle çiçek açan kayısı ağaçlarıyla bahara hazırlanıyor.

Gesi’den girerken Ali Dağ bütün görkemiyle karşımızda. 

Ali Dağ’a derler dağların hası

Kucağına çekmiş koca Talas’ı... 

Talas tepelerinde geçen yüzyılın başlarında Abdülhamit’in yaptırttığı  kubbeleri aynı plana sahip bir cami ve bir Ermeni kilisesi var. Aşağılara doğru gecekondu bölgesi uzanıyor. Erciyes’e çıkan yol, Hisarcık, şehir halkının gözde yazlık mekânı. Tepelere doğru görkemli villalar yükseliyor. Gelmir, Elia Kazan’ın memleketi. Sinan’ın doğduğu eve giremedik; restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalı. Sadece, üç basamakla indiğimiz evin ambarındaki derin tandırın (kuyunun) sesine kulak verdik, Sinan Pınarı’nda su içtik. Tarih her yerden yağarak şehrin ihtişamının önünü kesiyor. Turan mahallesinde, tepelerde görülen mağaralar, otuz kırk yıl öncesine  kadar insanlara barınak olmuş. Heyelan olunca taşınmış bu mağaralarda yaşayan aileler. 

Hunat Hatun külliyesini dolaşmaya devam ediyoruz. Gesi bağlarının mimarideki tecessümü gibi görünüyor bana külliye. Mimar olup taştan evler yapmayı istedim, diyor, rehberim Rahime Şenaltun. Bir bağ evi yapılırken inşaat sürecine katılmış az çok. Taş kabirler ölümsüzlüğün ilahisini seslendirmeye devam ediyor. Medresenin ana eyvanının kuzeyinde bulunan kışlık dershaneden geçerek Hunat Hatun’un mezarına ulaşılıyor. Kapı kapalı olduğu için bir pencerenin ardından Fatiha okuyoruz. Yağmur yağıyor bir yandan da. Kabirlerin üzerindeki ince oluklardan su içiyor güvercinler, tüylerini kabartan titremelerle. Kuş evleriyle de ünlü, Sinan’ın şehri. Hunat Hatun’da bir Aslı, eşi Alaaddin Keykubat’ta ise bir Kerem bulan Yusuf Yerli’nin anlatımında Selçukluların Anadolu’ya girişleri efsanevi bir anlam kazanıyor.

Benim için Kayseri bir de Şeyma Tamer’in görünüşüyle aydınlanıyor. Elinde kırmızı bir gülle belirdi Şeyma, sabah saatlerinde hanımlarla gerçekleştirdiğimiz “Hayallerimizi ne ölçüde gerçekleştirdik?” gibi bir soru etrafında dönen toplantının yapıldığı İlim ve Hikmet Vakfı’nın kapısında Biz onunla Nizar Kabbani’nin “Kırmızı... Kırmızı....” şiiri yoluyla tanışmıştık; kırmızı gül bunu anlatıyor. Taraf’ta yazdığım, “Gazze İçin Bir Şiirin peşinde” başlıklı yazıdaki serüvenin kahramanlarından biri Şeyma.(Bu kahvaltı toplantısını ayrı bir yazıyla anlatacağım inşallah.)

Halkının tıpkı göze çarpan binaları gibi zengin ve müreffef göründüğü  şeklinde bir genellemede bulunacak kadar tanımıyorum, Hunat Hatun’un şehrini. Bu soruyu 6 Mart Cumartesi günü katıldığım ilk programda, Küçük Millet Meclisi toplantısında tartışmıştık hoş. Göç alan şehir elbet bunun getirdiği meselelerle yüzleşmeye devam ediyor.

Mekanları  ve insanları kısıtlı bir açıdan gören bir misafirin iyimserliği için yeteri kadar sebep sunuyor Kayseri. Dergiler çıkartıyor, yayınevleri kuruyor, yazarlar yetiştiriyor. Kemal Ersözlü düşüncesini Davud-i Kayseri’nin esinlediği bir zeminde geliştirmeye devam ediyor. Bu soyut düşünce üretme çabasının, nerede bulunursa bulunsun bakışlarını Erciyes’in yücelerinde gezdirmekten hiç vazgeçmemiş olan Sinan’ın eserlerindeki tezahürleri hakettiği ölçüde anlaşılabildi mi hemşehrilerince? Her şeye rağmen kültür üretmekte ısrar eden şehir, “taşra” kalıplarıyla anlaşılamayacak ölçüde faal ve kaynaklarına güvenli bir merkez; üç gün süren yoğun programlar sırasında buna karar veriyorum. Ola ki düşünceyi özgürce sürdürmeye izin veren mekânlarını ve insanlarını kolladığı için de türlü kanallarla beslenen ihtişamı sefalete dönüşmüyor Kayseri’nin.