Dolmuşa bindiğimde en hoşlanmadığım yer ön koltuklar. İtiraf etmeliyim bunun tek nedeni halkımıza özgü fedakarlık duygusunun bana yükleyeceği yükten kaçınmak için. Düşünün tıkış tıkış dolu minibüste ayakta iseniz hemen yanınızdaki yolcu parayı teklifsizce size uzatır, çoğu kez rica etme ihtiyacını bile duymadan size yapmanız gerekeni tavrıyla dikte ettirir. Bu görev, sizden sonraki tüm yolcuların ücretlerini bir kol mesafesinde önünüzdeki yolcuya uzatana kadar devam eder. Ön koltuklarda oturuyorsanız zaten hemen arka sıradaki yolculardan başlamak üzere tüm yolcuların ücretlerini toplayıp şoföre uzatmak ve para üstü varsa bunu da iade etmek zorundasınız.
Otobüse dolmuşa itiş kakış binmeye çalışan insanlarda bir anda kendiliğinden ortaya çıkan dayanışma, hele bunun yükünü gık çıkarmadan çekmek zorunda kalan yolcuların tavrına hayran olmamak da elde değil. Bu zoraki ya da kendiliğinden görev taksimi bir yanıyla gittikçe bencilleşen, bireyselleşen toplumun kendine özgü bir dayanışma, düzen refleksi olarak mı okumalı? Batıda bu tür toplu ortamlarda insan ilişkileriyle bizdeki ninibüs yükümlülüğünü kıyaslamışımdır hep. Modernlik içimize girdikçe insani özelliklerimizi terk ediyoruz. Mesela büyük şehirlerde büyüklere, hanımlara otobüste yer verme nerdeyse ortadan kalmış gibi. Arasıra şaşırtan örnekler ise görece yaşlılardan çıkıyor. Orta yaşlarda bir bey kendinden daha yaşlı birine ya da hanım yolcuya yer veriyor. Gençlerin bu durumdan etkilendiği bile yok. Batılılaştıkça, modern hayatı benimsedikçe bize ait olanları yitiriyor, 'tek tip'leşiyoruz.
Taksimden bindiğim uzun kuyruklu otobüs ilk durakta tıka basa dolmuştu. Gecenin geç vakti olmasına rağmen mesai çıkışındaki kalabalığı aratmayan bir yolcu yoğunluğu vardı. Muhtemelen dolmuş yolculuğundan kalma bir reflekse uzun bir yol kat ederek otobüsün en arkasına kadar giderek ayakta tutunacak güvenli bir yer bulmuştum. Beşiktaş'a geldiğinde kıpırdaycak yer kalmamıştı. Ama yine de şoför durakta durdu, kapıları açtı. En arka kapıdan bir kadının süzülerek otobüse bindiğini fark edebildim.
Birden ne göreyim kadın çantasından bir şey çıkarıp bana uzatmasın mı? Otobüste ve en arkadayım ve biri bana bilet parasını uzatıyor.
Kadın parmaklarının ucunda tuttuğu 2 YTL'yi ricacı bir gözle bana uzatıyor. O an gayrı ihtiyari olarak gülümsediğimi fark ettim. Gülümsemem biraz takdir anlamı taşıyordu. Bu kadar kalabalık otobüste ücretini vermeye çalışması hoşuma gitti; 'hak yemek' istemeyen bir tavır, ucuz kurnazlığa prim vermeyen dürüstlük…
Kadınının bana doğru uzattığı paraları alırken "bunun şoföre kadar ulaşacağını mı umuyorsunuz" dedim. Kadın "başka ne yapabilirim ki" türünden gülümsedi. Gerçekten absürt bir durumla karşı karşıya olduğunu o da fark etmiş gibiydi. Kısa diyaloga şahit olan yanımdaki yolcu uzattığım parayı alırken o da gülümsüyordu: Hadi bakalım nereye kadar gidecek dedi. Tam o an, iddiaya girer bir ses tonuyla, biraz da sesimi yükselterek. "Eğer para üstü gelirse daha ölmedik demektir" dedim. Biraz merak, biraz alaycı bir eda ile "bakalım, göreceğiz dedi yanımdaki… Uygulamaya koyduğumuz bir tür 'toplumsal ahlak testi'nin sonuçlarını birkaç kişi merakla beklemeye başladık.
Birkaç durak geçmeden 50 ykr. bana uzatıldığında " henüz ölmemişiz" dedim. İddiayı kazanmamı hazmedemeyen(?) yanımdaki ise " ama 10 kuruş eksik" dedi hemen.
On kuruş eksik de olsa henüz ölmedik demektir. Tüm kampanyalara, fedakarlık, yardımlaşma, dayanışma, acıma duygularımızın toplumdan çekilip alınmak istenmesine rağmen hala toplumun içindeki cevher sönmedi. O cevherle temas kurabildiğiniz an müthiş bir enerji. şefkat dalgası anında toplumu kuşatıyor. Şükür ki hala bir şeyler diri içimizde.