5 Şubat Salı gününün Zaman gazetesinde yayınlanan Baran Taş imzalı habere göre, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Türkan Saylan, "Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye'de olması mümkün değil." demiş.

Üniversitelerdeki başörtüsü yasaklarının kalkması mümkün değilmiş. Türkan Saylan daha da ileri giderek, Adnan Menderes örneğini veriyor; 'Bir Adnan Menderes vardı, başına kötü işler geldi, ders alın' demeye getiriyor. Bu dili hatırlıyorum. Cumhuriyet mitingleri sırasında aldığım bazı maillerin ifadesi daha da sertti: 'Biz', diyorlardı, '...Adnan Menderes'i nasıl sallandırdıysak, sizi de öyle sallandıracağız.'

Bu birkaç densiz ve attıkları mailler, Adnan Menderes'in başına gelenlerin 'kötü' olduğu konusunda toplumsal bir mutabakat olduğu gerçeğini değiştiriyor mu? Elbette hayır. Fakat 'biz' dili başka bir şey işte, varolan mutabakatları bile 'ben yok dedim, yok oldu' cingözlüğü ile halı altına süpürebiliyor bu dil...

Şimdi, Türkan Saylan'a sormak lazım, 'Madem istemediğiniz bir şey zaten olmuyordu, neden insanları meydanlara kadar yordunuz, dahası, bir isteğiniz vardı, sahi oldu mu?' diye. Saylan'ın hatırlattıklarından yola çıkıp, mitingleri andıktan sonra da, üniversitedeki yasakların devamından yana olanlarla, cumhuriyet mitinglerini dolduranların aşağı yukarı aynı kitle olduğunu varsayabilir, güya aklıselim bazı dillerin bile kullanmakta zorlanmadığı 'Türkiye 'ikiye' bölündü!' cümlesinin garabetini hemen kavrayabiliriz. Mitinglere katılanlara dönüp 'Kaç kişisiniz ki?' diye sormayı kaba buluyordum; ama 'Türkiye ikiye bölündü' deniliyorsa, sormak zorundayız, ne zamandan beri kabaca 70 milyon olan bir nüfusun yarısı 1, bilemedin 2, ya da -bonkörlükten zarar gelmez- üç milyon falan ediyor?

Ama insanı asıl yaralayan, bir parça 'vicdan' görmeyi umduğumuz yerlerden gelen bol 'ama'lı cümleler. Sözgelimi 'Türban sorunu... bireysel bir hakkın kullanım alanını terk edip bir cemaat hakkının kullanımına dönüşüyor' diyor Ahmet İnsel. Haydi, bir an için İnsel'in 'cemaat hakkı' dediği şeyin başörtülü kadınlara uygulanan yasaklardan daha vahim bir şey olduğunu varsayalım. Bir kadının, örtüsünü cemaat haklarının evreninden koparıp bireysel hak ve özgürlükler tasavvuruna dahil edebilmesi için de eğitim alması, dahası ekonomik ve sosyal imkânlar açısından az çok irtifa kazanması gerekmiyor mu sonuçta? Öte yandan keyfi bir yasağın etrafında kümelenmiş insan kitlesi, neden o özgürlüğü savunmayı ya da kangren halini almış bir hukuk skandalına son vermeyi siyaseten gayri meşru kılsın?

Sonra bakın, 'Toplum ikiye bölündü' diyen şunu da diyor: "Mevzubahis türbansa mutabakat teferruattır!" (4.2.2008/ Radikal) Manşetteki güzelliğe, ince ayara, metne eşlik eden 'keh keh' tonuna dikkat buyurunuz. Ultra-Kemalist 'netlik' ve 'açıklık' değil, böyle faşizmin ziftine bulanırken 'bakın demokratik bi' dil kullandım, çok bakımlıyım' havasını elden bırakmayan, oysa düpedüz ucuz kolonya kokan 'flu-liberal'lik bu. Hem 'temel hak ve özgürlükler referandumun konusu olamaz' diyeceksiniz, hem aynı temel hak ve özgürlükler için toplumsal 'mutabakat' arayacaksınız! Hem kimsenin 'eğitim hakkından' mahrum bırakılamayacağı ön kabulünden hareket eden demokratik bir tavrınız varmış gibi olacak; hem de durumu 'görece' iyi bir hale tahvil etmeye, bir hukuk ayıbını, bir adalet skandalını çözmeye çalışan ve üstelik çözdükten sonra da böyle bir şey hiç olmamış gibi yaparak cumhuriyeti bir ayıptan kurtaracak olanlara, 'atam şikâyetçiyiz!' ekürisinin fotoğrafı üzerinden mutabakat hesabı soracaksınız. Oysa çok açık değil mi? Temel hak ve özgürlükler, toplumun reyiyle, oyuyla vs. hükümden düşürülemeyecekleri için referanduma sunulmaz, aynı mantıkla aleyhlerinde bir mutabakat oluşması da aslen o hakkın özünü ortadan kaldırmaz, ilişiğindeki özgürlüğe halel getirmez.

Çelişkinin bini bir para ve yok satıyor şu ara.

 
Kaynak: Zaman